Erkut
Sezgin
FELSEFE VE İNSAN
Özet: Dilin temsil sistemleri ile insan zihninin
bağlantılı yapılanması düşünmeyi temsil dilinin araç sonuç amaçlı kurallaşan, paylaşılan,
öğrenilen konvansiyonel kurallarıyla
konuşma, yazma-okuma alışkanlıklarına bağımlı kılmakta. Dilin konvansiyonel gramerinin
kökenindeki bağlantısallığı farketmenin
yolu olarak felsefi sorgulamanın dolayımında ortaya çıkan Farkındalığın;
dinsel veya bilimsel, biyolojik, fizyolojik, antropolojik, sosyolojik,
psikolojik, kültürel, tarihsel, politik,ekonomik, insan tanımlamalarından,
temsillerinden farkı üzerine.
What is man, that thou
art mindful of him
Harvard
Üniversitesinde, felsefe fakültesinin de binası olan Emerson Hall’un girişinin tepesinde durmakta bu söz, ama kimi
“felsefecilerin” bile
sağırlaştığı sessiz ve derinden çağrısı
kim’den; hangi insandan; nasıl bir insandan… ne gibi bir karşılık bekler?! Rönesans düşünürü Pico della Mirandola’nın İnsanın
Vekârı Üzerine Söylevinde (Oratio de
Hominis dignitate) yankılanır gibidir bu karşılık:
Ey
Ademoğlu, yaratılmış varlık katlarında sana ait sabit hiçbir yer
belirlenmedi. Belirlenmiş hiçbir yüz
ifadesi senin ırkını karakterize etmez; yerine getirmen gereken hiçbir özel
hizmet yok. Böylece, kendine hangi rütbeyi seçersen seç, ifade etmek istediğin,
yerine getirmek istediğin işlev, kendi kararınla, kendi arzunla, hem senin
olacak hem öyle kalacak. Diğer bütün yaratıklar, onlar için konan kurallara ve
düzene bağlı olarak yaşamaya sabitlenmiştir; fakat sen, kendi kaderini
belirleyebilmen için ellerine teslim edilmiş olan özgür seçiminle hiçbir
yanından kısıtlanmış değilsin. Doğada her türden ne var kolayca tarayabilmen
için evrenin ortasına yerleştirilmiş konumdasın. Ne Öte Dünya”nın (Aşkın/transcendent anlamında), ne de bu yeryüzünün bir vatandaşısın. Sana
göründüğü şekli ile, kendine uygun bulduğun imgenin kalıbını özgürce, ödülsüz
inşa edebilmen için seni ne ölümlü, ne
de ölümsüz yarattık. İstediğin takdirde, yaratık dünyasının alçak katlarına
kadar batabilir, ya da arzunun gücüyle, Aşkın-Dünyanın (transcendent) vatandaşlık
katına doğru yükselebilirsin.
Ey,
sınırsız cömertliğiyle Tanrı babamız ve ey sınırsız iyi talihiyle, neyi seçerse
sahip olma, arzuladığı gibi biri olma imkânı kendisine bahşedilmiş insan. Doğum
anında alanın melekleri kendilerine analarının rahminden hayatları boyunca
bütün olabileceklerini de beraberinde getirir. Öbür dünyanın eşliği, zamanın
ilk anından veya hemen sonrasında ebediyen birliktedir. Fakat insan, içinde
Tanrının bir armağanı olarak kendisine verilmiş bir tohumla, içinden yaratılmış bir varlığın yükseldiği
bir tohumla doğmuştur. Böylece ne tür bir tohumu seçerse dikmek için, o büyüyüp
meyve verecektir. Salt bitkisel bir hayatı seçerse, hayatının anlamı da alanın
çimenlerininkinden farklı olmayacaktır. Zevk ve sefa ile doyumu seçerse yaratık
dünyasının bir ferdi olabilir. Anlamanın yolunu seçerse, şiddetin kaynağı olan
tabiatından uzaklaşıp, “Aşkın (transcendent) dünya”ya yüzünü çevirebilir.
Bilgelik sevgisinin aşkı yüreğinde çiçek açabilirse, o zaman bir melek gibidir,
Tanrının bir çocuğudur. Fakat her türlü ayrı ve bireysel varoluş, ruhunu
taşımaya yetmiyorsa, o zaman ruhunun tam merkezinde Kutsal Ruhla birliktedir,
onun bütün şeylerin merkezi olan ve bütün her şeyin varlığından önce gelen
sırlı birliği içinde olarak.
* *
Buradaki
sözün sorusu (insan nedir?) ve o sorunun yanıtı içinde onun ruhsal büyümesine
karşılık olacak özen, dikkat (mindfulness) zaten karşılıklı bir beraberlik
içinde, soru ve karşılığının birlikteliği içinde seslenmekte. Bu nedenle para-doxal, doxa’nın, sanı yapılanmasının ötesinden (para); zihni çözümleyen bir
farkındalığın görüş noktasından insanı kendi zihin-sanı yapılanmasının çözümlemesine; “Kendini Bil!” çağrısına
karşılık vermeye bir çağrı. Daha açık olarak belirtmek gerekirse: “İnsan”
adlandırmasının tarihsel, kültürel sanı (doxa) yapılanmasının iz sürümünü kat
eden bir sorgulama dolayımında insana kendini açan bir armağana karşılık vermeye;
insanın ruh eğitimine özen ve dikkat gösteren bir sorgulama ve düşünmeye çağrı.
Zihni, düşünme alışkanlıkları, ethik ve estetik heyecanları, adlandırma ve temsil
sistemlerinin kurallarına bağlı alışkanlıklar ve inanış sistemleriyle yapılanmış;
yapılanmış alışkanlıkların tarihsel kültürel sistem örüntüsü içinde tutuklanmış insana,
kendi kendisine dair “bilgi” inanışlarının sanı yapılanmasının ötesinden (para-doxa) seslenmekte. “Tutukluluk”
sanı içinde olan insanın sanı içinde olduğunun farkında olmaması; sanılarını doğruluk,
kesinlik, inanışları olarak deneylediğine inanması; bilgi deneyimlerini aksiyomatik
matematiksel-mantıksal doğruluklarla bağlantılı modelleme ve analizlere
dayandırdığı inancıyla bağlantılı. Örneğin matematik ve mantığın öncüllerine
olan bu inanış, matematiksel mantıksal form tanımlamaları ve modellemeleriyle
yürüyen düşünmenin kurallarını aksiyomatik doğruluk tanımlamalarına ve bu
tanımlamalara bağlı mantıksal teoremlere, ispatlara, yeni teoremlere ve yeni
ispatlarla döngülenen kurgulara bırakır. Matematikselleşen bilime,
modellemelere bağlı bilimsel temsil sistemlerine bazı insanların aşırı
bağlılığı, bu aksiyomatik inanışların yapılandığı kökene dair bir düşünme
sezgisinin ve iç görüsünün körelmesiyle açıklanabilir. Sanıyı aksiyomatik doğruluk,
kesinlik deneyimi olarak, yani kendi kendinin apaçık doğruluk kanıtı olarak
“işte” gösterimiyle gördüğü, görmesini veya parmakla dokunmasını deneyimlediği, veya aklın analiziyle
kavradığı inancı; bu inancın
sorgulanmasına, kendi kendinin inkarı, kendisiyle çelişik (kendi aksiyomatik
doğruluk-kesinlik inanışı ile çelişki içinde “çelişkili”, “mantığa aykırı”) bir düşünme olarak tepki verir. Bu tipik tepki, adlandırmalara bağlı
gösterimlerin, tanımlamaların kökenindeki, imlem farklarının iç bağlantılı
konfigürasyonlarında imkanını bulan işaretle, işaret imi, figürü kullanımıyla
tanımlanan, temsil edilen anlam gösteriminin kökenindeki bağlantısallığın hiç
farkında olmamakla bağlantılı. Bu nedenle
parmak işaretiyle, parmak dokunumuyla veya figürle, formla dış
bağlantılı gösterim tanımlamalarıyla temsil edilen anlamın dildeki mantıksal
yapılanmasının ve mantığının kurallaşmasının farkında olmayan zihinsel
yapılanmanın kaçınılmaz sonucu ortaya çıkmakta. Ve son çözümlemede, adın temsil
ettiği anlam farkına dair bellek ve imgelem çağrışımlarını, anlam gösterimine,
adla temsiline esas sanan adlandırma ve bilgi kuramlarının “ben merkezli
özne-nesne kutuplu doğruluk-kesinlik “deneyim”, “algılama” varsayımlarına zemin
olmakta. Zihnin algıladığı, kendi anlam farkının asli/öz temsilcisi bir deneyim, algılama, zihin
süreci veya beyin süreci vs. varsayımlarına bağlayan özne nesne bölünmesinin
epistemolojik, ontolojik sanılarıyla; bilişsel bilim (cognitive science)
hipotezleriyle döngülenmeye yazgılı
kalmakta. Burada gösterimin bağlantısal kökenine dair farkında olmayış bizzat
insanın kendi kendisinin farkında olmaması; gösterim figürlerinin kullanımıyla
konuşmasının, yazma-okuma işitme, anlama alışkanlıklarının bağlantısal
kökeninin farkında olmamasından doğan sanılar
şeklinde tecelli ediyor. Zen ustalarının dersleri, işaretin kullanımıyla
kendisi arasındaki bağlantısallığın farkında olmayan gösterim jestlerini açığa
çıkaran “koan” adını verdikleri bilmeceler ve verilen karşılıklardaki bu unutuşa dair
hatırlatmalarla doludur ve bu çalışmalarla kazanılan farkındalıkla yürür.
Ay’a
işaret eden parmakla, ay’ı gören, gösteren, bu gösterimlerle konuşan insan
arasındaki bağlantısallık kavranmadan işaret eden parmağın ay’a ve gösterimde
bulunan kendine ve ay’ın varlığına dair özne merkezli nesnellik, kendilik
sanılarıyla malul kuramların mantık
yürütme alışkanlıkları, kurguları içinde döngülenen felsefe ve felsefeciye dair
Yoko Daishi’nin şu saptaması, bilgelik yolunu açık tutan felsefecinin emeğiyle
karıştırılmaması gerek bir saptayım olarak önemli:
Felsefeciler gerçekten mantık yürütme cambazlığında yeterince usta,
fakat bilgece içgörüden yana noksandır;
ötekilere göre ya cahildirler ya da cocukça! Sıkılmış
boş bir yumruğu gerçeklik taşıyan birşey olarak alımlayan; işaret eden bir parmağı gösterilen nesne
sanan. İşaret eden parmak sanki Ay gibi alımlanınca, bütün emek boşa gider. [1]
Parmağın
gösterim amaçlı kullanımı, ayın gösterim amaçlı temsil edilen anlam farklarının
bağlantılı olarak öğrenildiği, temsil edildiği dokudan soyutlanabilir bir öz
kendiliği olmadığına dair farkındalığı
dokunduran söz, ya da jest, para-doxal
bir dokunumla dokunur; ünlü Zen bilgesi Hui-Nengin şu sözünün jestiyle
dokunduğu gibi: “En baştan bir şey, bir şey değildir.” Sözü alıntılayan D.T.
Suzuki, sözün karşı jestinin dokunumunu,
bu kez kendi sözünün jestiyle okurlarına dokundurur:
“Gövde kullanımından ayrı gövde
değildir, ve Gövde Kullanımdır. ...Eller el değildir, çiçekler toplayıncaya ve onları Buda’ya sununcaya
kadar; ayaklar ile de öyle, onlar ayak
değildir, varlığı yoktur, Kullanımı işe koyulmadıkça, ayaklar köprünün üstünden
yürümedikçe, akarsulardan geçmedikçe, dağa tırmanmadıkça.”[2]
Kendilik,
benlik deneyimi temsil dilinin alışkanlıklarıyla kendini, bedenini, elini,
kolunu, parmağını, nesnelerin farklılıklarını adlandırdığı sanısı içinde jestlerle konuşma, davranma, tepki verme
alışkanlıkları içinde döngülenen insanı kendi jestleriyle çarpıştıran
hatırlatmalarla dürter. Zen ustaları, insan gövdesinin gösterimlerle davranma,
tepki verme yollu bütün alışkanlıklarının; gözle görerek, parmakla dokunarak anlam
farklılıklarının kendiliklerini deneyimlediği, adlandırdığı sanıları içinde
araç sonuç amaçlı kullanım kurallarıyla kendilik deneyimi kronolojik
yapılanmaya uğramış insanın karşısına, her şeyin imlem farklarının eş anlı tezahür ettiği andaki bağlantısallığı
dokunduran karşı jestlerle çıkar. Bellek
ve imgelem beklentili çağrışımlarla araç-sonuç temelli kullanımlara, bu
kullanımların yapılandırdığı bellek ve imgelem çağrışımlarına dilin
temsillerinin, anlatılarının, kurallaşmalarıyla, tarihsel-kültürel
tabakalaşmalarla (Husserl’in “çökelme”-“sedimentasyon” olarak tasvir ettiği…) insanın düşünme, konuşma, dilde gösterim
alışkanlıklarıyla yapılanmış akıl-mantık yürütme, epistemolojik kuramlar
kurgulama hareketinin karşısına, alışkanlıkların uykuya yatırdığı asli zekânın uyanış
hareketini kımıldatmaya ve farkına varmaya
yönelik karşı jestleriyle çıkar.
Bellek ve imgelem çağrışımlarıyla ve tepkileriyle davranmaya, düşünmeye alışmış
insanın düşünme, konuşma, konuşulana tepki, karşılık verme alışkanlıklarıyla çarpışma aracılığıyla, bir
uyanış, sarsıntı, dürtü işlevinde karşı hatırlatmalar, bilmeceler, paradoxlar…
jestin dokunuşuna uygun (appropriate) karşılığı bekler; öğrenilmiş olandan,
imgelem ve bellek çağrışımlarından gelmeyen bağlantısallığın akışına uygun
jesti. Alışkanlık düzeninde, kronolojik sıra düzeninde yapılanmış araç sonuç
bağımlı düşünme, teori, hipotez kurgulama döngüsü içinde yapılanmış öznelliği,
onun benlik/kendilik deneyimini; eş-anlı bağlantısallığa dokunduran; ben merkezli gösterim jestlerini karşı
jestlerle çarpıştıran; dilin kurallarının, temsil sistemlerinin yapılandırdığı
“ben” merkezini, “benin Ötekiliği ile auto-hetero affektiv bağlantısallıkla
devindiren hatırlatmaların, karşı
jestlerin para-doxal dokunumlarıyla çıkar.
* *
Paradoxal,
çelişkili, olumsuz anlamında “sürreal” (gerçek dışı), mantıkça olanaksız gelen söz, diğer taraftan, anlamını burada
bağlantısallığın izini süren beraberlik, eşlik dolayımında, insan zihninin
adlandırmalarla yapılanmış zihninin sanı yapılanmasının çözümü dolayımında “insan”a
açmakta. “İnsan” kelimesinin yüklendiği,
tarihsel, kültürel, sosyolojik, bilimsel antropolojik, biyolojik, fizyolojik, bilişsel
bilim vs. temsil sistemlerinin yapılanmasının “ben” (özne) merkezli kendilik, kimlik
inanışlarının adlandırma ve tanımlamalarla, anlatılarla, temsil sistemlerinin
paradigma olarak sabitleşen kurallarıyla, normlarıyla yapılanmasının iz sürümü
dolayımında zihnin yapı-çözümü olarak felsefi düşünme; teorik kurgularla, yapılarla,
modellerle düşünmeyi model alan entelektualist felsefe kurgularından kökten
ayrılıyor. Temsil sistemlerinin tarihsel-kültürel değişen kurallarıyla,
paradigmalarıyla, paradigma işlevinde sabitleşen normlarıyla değişen
yapılanmalarının izini süren bir sorgulamanın dolayımında, mantığın aksiyomatik
kabullerinin yapılanmasının kökenindeki bağlantısallığın dokusuna dokuna yazan
bir farkındalığın düşünmeye açtığı imkanlarla ilerliyor. Sorgulama dolayımını kat eden sözün,
konuşmanın, kendi kendisiyle diyaloğunda, merkezin ve çevrenin her yerine,
bağlantısallığına eş anlı dokunmakta. Para-doxaya
dokunum kronolojik “önce”-“sonra”, “şimdi”, “neden”, “sonuç” vs.
adlandırmaların imlem farklarının bağlantılı tezahür zeminine dokunan
auto-hetero afektiv uyanışın anımsamalarında kendini göstermekte. Örneğin bu
anımsamaları uyandıran, onlara dair hatırlatmalarla yürüyen Wittgenstein’ın düşünce
denemeleri, mantıksız gelen bir temsilin nasıl mantıksal imkan (logical
possibility) oluşturan bir yapıda bağlantısallıklar (konfigürasyonlar)
tasarlayarak ilerler. Düşünce denemelerinin kurguladığı imlem farklarının iç bağlantılı
konfigürasyonları, anlam farklarının dış
bağlantılı figürler, formlar, adlandırma işaretleri, araç sonuç amaçlı
kullanımlara nasıl mantıksal bir imkan, yol, yapı, metot oluşturduğuna
farkındalık sağlamakla kalmaz. İmlem farklarının bağlantılı tezahür dokusunda
bedenin yöneliminin, davranışlarının da konfigürasyonun bağlantılı dokusundan soyutlanamayacak Beden
birliğini (Vücud bulmaya) imlem bağlantılı konfigürasyonlar kurgulayan düşünce
denemelerinin auto-hetero afektif dokunumu dolayımında farkedilmeye ve
deneyimlenmeye açar. Ne yazık ki, Wittgenstein’ın kendileri tarafından çabucak
unutulmasını dilediği, türden felsefe yazımı ve ansiklopedik (journalistic) bilgi yayımı, onun düşünce
denemelerinin bu en kayda değer, fenomenolojik yüzüne uygun okuma, yorumlama
karşılığı vermek yerine, dil oyunları”na dair düşünce denemelerini
fenomenolojik transversal dokusundan soyutlayan tasarımlarla kavramlaştırarak
ansiklopedik felsefe malumatı dünyasına katmıştır. Bu anlayışın sonucu olarak, “dil-oyunları” kavramı, dilin
kurallarını, pragmatik, konvansiyonel, tarihsel, kültürel bağlamdan öte, yani
sofistlerin bir zamanlar formüle ettiği nominalizmden öte bir derinlikte, dilin
derin gramerinin fenomenolojik dokusunu düşünce denemelerinin konfigürasyonları
içinden dolayımlayan bir farkındalıktan soyutlamış bir klişe olarak, felsefe
tarihi ansiklopedik malumatı olarak dolaşıma girmiştir. Bu tür bilgilenmeler bir yana, felsefeye en özgün ve yaratıcı bir yazımın
katkısı daima metnin devingen dokusuna uygun (appropriate) karşılığı hep azınlık olarak kalacak bir tür okurda;
Novalis’in deyimiyle, yazarın uzantısı olarak metni kendi auto-hetero afektif
devinimi üzerinden yaza-okuyacak okurlarında
bulacaktır.
* *
Gerçekten
de insanlar auto-hetero affektiv bir tezahür zemininin kendiliğindenliğine bağlı olarak davrandıklarını, yaşadıklarını,
konuştuklarını; yaşadıkları dünyaya özne merkezli temsil dünyasının,
gösterim kurallarının görüş noktasından
görür olarak tepki verdiklerinin
farkında görünmez. Öznenin kurallarla yapılanmış görme alışkanlıklarının
farkında olmaması, her şeyi bu görüş noktasından kuramsallaştırmakta, tanımlama
ve modellemelerle temsil etme, açıklama, döngüsü içinde temsillere tepki vermesi
sonucunu doğurmakta. Dilin temsillerini gerçekliğin aslını, özünü, kendisini
görme, deneyleme sanılarıyla karıştırma bu tepkilerin yarattığı sanılar olarak,
görme olayının daima bağlantısal olarak öğrenilmiş bir olay ( bağlantısallık
örüntüsü-konfigürasyonu içinde imlem farklarını işaretlerle temsil etmeyi öğrenmeye bağlı bir okuma) “olarak görme” (seeing as) olayı olarak kurallaştığının farkındalığından yoksun
kalmakta. Bu farkındalık bizzat olayların düşünce denemeleri içinden iz sürümünü,
yapıçözümü dolayımına bağlı olarak temellük edilmeyi talep ettiği için,
“hermeneutik kuram” dilinin “hermeneutik çevrim” vs. kavramsallaştırmaları ve
teorik açıklamaları üzerinden talep ettiği farkındalığı insana aktaramamakta.
Eski dilin düşünme, yazma, okuma, yorumlama alışkanlıklarının yapı döngüsünü
kıramamakta.
Tam
da bu döngülenmeyi kırmaya karşı, Wittgenstein sembolik adlandırma ve tanımlamalarla,
figürlerle, resimlerle, işaret imleriyle dış-bağlantılı
olarak temsil edilen anlam farklarının, imlem farklarının iç-bağlantılı tezahür dolayımında auto-hetero afektiv bir
konfigürasyon bağlamı içinde birbiriyle bağlantılı olduğunu, parmakla
gösterimin, dokunumun bile bu bağlantıdan soyut olarak bir şeye
dokunmayacağına; her hangi bir şeyi anlamlı olarak gösteremeyeceğine; gösterime
bir anlam yükleyemeyeceğine; gösterimin
bu bağlantısallıktan soyutlanamayacağına
dair düşünce denemeleriyle karşımıza
çıkar. İmlem farklarının iç-bağlantılı tezahür eden konfigürasyon bağlamından
ve kural sisteminden soyut ve farkında olmayan dış bağlantılı tanımlarla bir imle, işaretle, figürle, formla gösterim, adlandırma, tanımlama jestlerini ve
onlara eşlik eden epistemolojik “anlam deneyimi”, “anlam algılaması
varsayımlarını” boşa dönen çark misali bir anlam ifade etmeyen sanılar olarak farkına varmaya çağıran hatırlatmalarla
ilerler. Wittgenstein’ın düşünce denemelerinin aşağıdaki örneği, bir duyumu
adlandırmaya esas olduğuna inanılan gösterim, adlandırma jestlerinin imlem
farklarının bağlantılı dokusunu zemin aldığına, oradan soyutlanamayacağına dair bir deneyim sunarken, burada
kullandığımız “auto-hetero afektif dokunum, devinim; bu dokunumu dokunduran arke-yazım”, vs. terimlerin de karşılığı olan; tezahür eden hayat
zeminini dokunduran; okurun auto-hetero afektif deneme yoluyla farkına
varmasına imkan olan bir düşünce denemesi kurgular.
Bir
diş ağrısı duyumuna ilaveten genellikle ağrıyan dişe dokunmaya ve yüzün ona
yakın kısımlarına dokunmaya eşlik eden dokunma ve hareket duyumlarımızı alalım.
Eğer bu duyumlara elimi masamın kenarına dokunurken ve orada gezinirken görülmesi
eşlik etseydi, bu deneyime masada diş ağrısı deneyimi demekte kararsız kalırdık. Fakat, diğer taraftan, belirtilen dokunum ve hareket duyumlarımız,
elimin başka birisinin dişine ve yüzüne dokunurken görülmesi deneyimiyle
karşılıklı bağlantı içinde ortaya çıkıyor olsaydı, hiç kuşku yok ki, bu
deneyime “başka birisinin dişinde diş ağrısı”
derdim. (Blue
and Brown Books, p. 53.)
Bu
düşünce denemesi, adlandırmaya mantıksal kural ve imkan olan, imlem farklarının
bağlantılı dokusunu fark edilir açıklıkta dokundurmak için, adlandırmayla
çağırmaya, ve adı kullanmaya mantıksal yapı/kural (derin gramer) olan anlam
tezahürünü farklı biçimde bir konfigürasyon içinde tasarlar. Anlamlılığı mümkün
kılan değişik mümkün konfigürasyonlar kurgulayarak, imlem farklarının bağlantılı
konfigürasyonları içinden dilin tarihsel-kültürel olarak değişen kurallarıyla,
değişen paradigmalarıyla, değişen dil-oyunlarının; oyuncuların değişen kurallarla değişen
zihniyet yapılanmalarının; doğruluk, kesinlik inanışlarının tarihsel-kültürel
yapılanmalarının izini sürer. Dil-oyunlarının temsillerinin, kurallarının
öğrenilmesi, paylaşılması üzerinden dünya ufkunu okurken içine girdiği sanı yapılanmasını
fark edilir kılmaya yardımcı hatırlatmalar, açıklaştırmalarla ilerler.
Örneğin burada öznelliğin temsil edilen
anlam farklarının kullanım kurallarıyla yapılandığı farkedilmeden kaldığı
zaman, insan zihni gösterimlerle, adlandırmalarla temsil edilen anlam
farklarının bağlantısallığına bağlı olarak kendi kendisine ve gösterimlerine
dair öznellik nesnellik deneyiminin sembollerin kullanımı üzerinden bir okuma,
“olarak görme” (seeing as) fenomeni
olarak yapılandığının da farkında olmadan kalmakta. Bu durumun bir sonucu
olarak insan gerçekliği gördüğüne, algıladığına, adlandırdığına dair öz
inanışlarıyla tepki verir bir öznelliğe hapsolmakta. Temsil Olarak görme (seeing as) fenomeninin farkındalığı içinde gördüğünün,
konuştuğunun, inandığının farkındalığından çok uzak; aslı, özü, gerçeği öz
adlandırma, öz gösterim sanılarıyla, kendi kendinin varlığını, ve gösterimle
işaret ettiği varlıkları apaçık, kendi kendinin anlam farkının öz temsilcisi
olarak deneyimlediğine, gösterdiğine, adlandırma ve betimlemelerle temsil
ettiğine dair inanışları, analizleri örtük yada açık öncül alan, özne nesne
kutuplu bilgi, mantık ve dilde adlandırma kuramlarının kurgularıyla sonsuzca döngülenmeye yazgılı
kalır.
Bütün
bu sanı yapılanmasının çözümü öte yandan, anlam gösteriminin, bir adla
çağrılmasının, adlandırmayla temsil edilmesinin
kökeninde ona imkan olan farklı konfigürasyonların farklı bağlamlarında
tezahür eden olayları tanımaya bağlı. insan öznelliğinin, heyecanlarının,
psikolojisinin, doğruluk, kesinlik inanışlarının orada adlandırmalara ve
imgelem çağrışımlarına verilen tepkilerle farklı konfigürasyonların
olası/mümkün bağlantıları, anlatıları içinde nasıl kurallaştığının,
paylaşıldığının, tarihsel, kültürel inanış sistemleri ördüğünün, eğitim ve öğretim yoluyla nasıl yeni nesillere
aktarıldığının izini sürmeye bağlı.
* *
Hetero-afektif
devinime bağlı hatırlatmalarla yazım dolayımında adlandırmaların heteronimik
dokusu kat edilmekte. Heteronimik dokuda hiçbir adlandırmanın, “ben”
adlandırması dahil bir öz merkezine
bağlı olmadığı, bütün adlandırmaların bağlantısallığına dokunan, dokunumun
dolayımında “ben merkezi”, “düşünme”,
algılama ve adlandırma merkezi” , “ruh”, “beden” vs. adlandırmaları
olarak, hiçbir öz soyutlamasının, ya da öz temsilinin, dokunun bağlantısal
tezahüründeki konfigürasyonlarını kat eden yazımdan soyutlanamayacağı para-doxal (sürreal) hakikati kendini açığa vurmakta. Nitekim, Fernando Pessoa’nın, Jorge Louis
Borges’in yazımı, veya René Magritte’in,
resimleri özne merkezini yazımın,
anlatının, metnin (text) dokusu dolayımında merkezi asli bir öz merkezi
olmaktan çıkaran dolayımlarda, okurunu da merkezi özne tepki ve
alışkanlıklarının güdümünde tepki veren okuma alışkanlıklarının ötesine
sürükler. Okuru, farklı kültürel,
tarihsel dokular, kurgular kurgulayan anlatıların içinde, ben merkezi olarak
yapılanmış yaşam deneyiminin merkezini doğruluk, kesinlik, kimlik, inanışlarını
farklı biyografik dolayımların anlatı
dokusu içinde yerinden kaydırır; anlatının
dokusunun farklı biyografik merkezler dokuduğu, merkezin yerinden çözülüp
farklı dokulara çatallaşan, akışkan örüntüsünü, anlatının kurgu dokusunun akışı
içinde uyanan auto-hetero afektiv devinim
içinden okura, okur halâ, pek de farkında olmadan dokundurur. “Pek farkında
olmamak”, okurun auto-hetero afektiv dokunumun yarattığı merkez benin
alışkanlık yapılanmasının dışına taşan
kaymayı, bu deneyimi yazarın yarattığı sanal bir deneyim, hoşlanma veya
hoşlanmama duyguları içinde kendi yaşam deneyimini sorgulamayı aklına bile
getirmeden yorumlamasıyla ilgili. Metnin dokusuna, hoşlanma, heyecanlanma
duygularıyla karşılık (response) vermekle; bu heyecanı paylaşmak adına tanıtım,
eleştiri yazıları yazmakla yetinmesiyle, fakat hala kendi sanı yapılanmasını çözündüren
yazımla, temsil dilinin kuralları üzerinde yapılanan kendilik deneyimini sorgulamaya
dönememesiyle bağlantılı. Kuşkusuz bu durum sadece okurun metinle ilişkisini
değil, yazarın da yazarlığının nasıl bir yazım kültürünün, estetik ethik,
dramatik, ideolojik heyecanlarıyla yapılanmış olmasını çözündüren bir dönüşü,
bir yazım denemesine dönüştürüp dönüştürememesiyle ilgili. Kuşkusuz yayın
piyasasının yazardan hiç beklemeyeceği bir dönüş bu. Çünkü bu dönüş içinde yazar
artık dönemin estetik-etik beklentilerine, heyecanlarına seslenmenin ötesinde bir
yazım denemesinin dolayımlarından seslenir. Dokuduğu metnin dokusu (text-texture),
yazının, sözün, anlatının kökenindeki devinimin dokunumunda kimlikler ötesi bir
dokunumu seslendiren denemeler[i]
(experimental yazın) olarak okurdan uygun karşılığı (response) bekler. Örneğin,
Maurice Blanchot’nun, Fernando Pessoa’nın, Borges’in yazımı bu nedenle, yazın anlayışının duyarlığını sosyolojik,
kültürel estetik etik duygulanımlardan alan geleneğinde, kendine estetik yeni
heyecanlar, duygulanımlar yaratmayı yenilik, yaratıcılık sanan üretkenliğinden
çok farklı olarak, benlik merkezinin heyecan, etik, estetik davranış, tepki
verme alışkanlıklarının yapılanmalarını
merkezinden, olayların kendiliğinden ön beklentisiz, hem yatay (kronolojik
bellek alışkanlıklarını ören, hem onları çözen dikey (transversal) devinimiyle)
birbiri içine geçen ve birbiri içinden çıkan anlatılarının kurgusu içinde belirlenimsiz,
kaypak (ambivalent), kaotik bir dokunumla yerinden kaydırır. Metnin dokusu bu nedenle kendi devinimine
uygun bir karşılık, okuma devingenliği içinde bir uyanışı dolayımlayan bir
düşünce denemesine katılım; Novalis’in çağrısınca, yazarın uzantısı olacak bir
yazma-okuma dolayımına eklemlenen türden bir karşılık bekler. Bununla beraber, Blanchot’nun not ettiği üzere okur için:
“Yatay
(kronolojik) ve dikey (transversal) örüntülenen yolların çokluğunu canlandırmak
yerine, onlardan bir genelleme, total
bir açıklama resmi kurma, tehlikesi daima vardır. [3]
Heteronymic düşünce denemelerinin kurgusu
dolayımında, imlem bağlantılarının transversal dokusunu auto-hetero affektiv
olarak devindiren ve kronolojik “neden”- sonuç” , “önce” sonra” vs. her tür
adlandırmanın temsil ettiği anlam farklarının bağlantılı tezahür zeminine
değgin hatırlatmalarla yürüyen Wittgenstein’ın yazımının beklediği karşılığı
bulmak yerine; genel açıklamalara,
genellemelere, bu genellemelerin akademik malumat olarak kabul gören klişeleri üzerinden akademik kuramsal tartışmalara
malzeme olması tam da Blanchot’nun notunda belirttiği tuzak nedeniyledir. Wittgenstein, kendi yazımının beklediği okuru
ve karşılığı akademizmin yazım ve iletişim ortamına egemen konuşma, yazma,
mantık yürütme, tartışma alışkanlıkları içinde bulamayacağının; tersine
yaratacağı koşullamaların farkında olarak kitabına önsöz olarak şu
notu düşmeyi tasarlamıştı:
Belli
bir isteksizlikle bu kitabı yayına teslim ediyorum. Elinde görmeyi en az
isteyeceğim insanların eline düşecek. Dileğim, çabucak felsefe yazıcıları
(philosophical journalists) tarafından unutulması, belki böylece daha uygun
türden bir okur için korunması. (Culture
and Value, 1948.)
Heteronimik
yazımın özgün ustası, Fernando Pessoa bu tarz yazımın dolayımında kendi
benliğinin, ve bütün benliklerin kökenine dokunan yazım dolayımıyla buluşan
kendi yazım denemeleri üzerinden biyo-grafinin kökeninde, ben merkezinin farklı
biyografik dokularında farklı şair kimliklerinin farklı yaşam yaşam deneyimlerini,
heyecanlarını seslendirir; bütün biyografik ben merkezlerinin ortak dokusunu, bu şairlerin farklı
biyografik dolayımlarından farklı yaşam deneyimlerinin farklı seslerinin
kaotik, discordant, transversal dokunuşlarıyla
onları kendi birlikteliği (ensamble) içinde ben merkezsiz, kronolojik zaman
aşırı bir dokunun tınılarından seslenmeye ve karşılık bulmaya bırakır.
“Ben”
merkezinin anlatıların akışındaki olaylara verdiği auto-hetero affektif
tepkilenmelerle denemeler üzerinden “ben” merkezli adlandırma ve anlatı
kurgularının sanı yapılanmasının iz sürümünü ve yapı çözümünü dolayımlayan
denemeler olarak, okuru denemenin dolayımında metni okuma denemesine katar. Söz konusu yazımın; çizimin, devinimin kendiliğinden akışkanlığının izinden
devinim alan yazım olarak, sadece temsili anlamda “yazı” ile sınırlı olarak
değil, kuşkusuz bu dokunuşu olan her sözün, jestin, izin iletimine aracı olan resim, yontu, müzik, sinema vs. kapsamı içinde
düşünülmek gereğinde. Ne ki, paradoxal dokunuşu, çağrısı olan söz, yazım dilin
normlarıyla kurallarıyla fazla koşullanmış ben merkezli düşünen insana
dokunmaz. Ya da ötesinden değil, doxaya tutuklanmış insanda saçma veya anlamama
tepkileri uyandırmak üzere dokunur! Bu nedenle, söz konusu yazım ve sorgulama
dolayımı insanı dilin temsilleriyle bir sanı yapılanması içinde düşünmeye
koşullanmış olmanın ötesine (para-doxal’ın
özgün anlamı!) taşıyan bir düşünümü gerçekleştirmeye çağırmakta.
* *
“Paradoksu
filozoftan çıkart, geriye salt profesör kalır”
Kierkegaard’ın,
bu sözü, burada sözkonusu karşılığı (response)
veren düşünmenin dolayımından seslenmekle beraber, doğruluk-kesinlik inanışları
“ben” ve diğer temsili adlandırmaların norm, paradigma olarak yapılanmış
kurallarıyla bir sanı yapılanmasına uğramış insana dokunmadan kalmakta!
“Sağırlık” metaforu, bu karşılık verme başarısızlığına işaret ediyor. Böylece “para-doxa” yada paradox olarak
kısaltılmış haliyle bu kelime, sanı yapılanmasını dokuna dolayımlayan,
çöze-yazan düşünümün (para) farkındalık dolayımından değil;
sanı yapılanması içindeki zihnin düşünmesine kural, mantıksal öncül olan doğruluk,
kesinlik inanışlarının doğruluk deneyimlerine dair sanılarının görüş
noktasından “saçmalık”, “mantıksızlık”, “akla-mantığa aykırılık”, “çelişkili” vs. olumsuz çağrışımlarla yankılanmakta.
Dilin
adlandırma ve betimlemeleriyle tanımlanan, temsil edilen kurallarıyla
doğruluk-kesinlik inanışlarının birlikte, bağlantılı yapılanmasının izini süren
Wittgenstein da, burada söz konusu düşünüm[4]ü
dolayımlamaya karşılık vermedeki insan başarısızlığına işaret eder:
Bir
kez fark edildiği zaman en çarpıcı ve en güçlü olanın bizi çarpmasında
başarısızız. (Felsefi İncelemeler,
129.)
İnsanın
ne olduğunu düşünmeye, Kendini Bil sözüne karşılık vermeye, insanın ruh
eğitimine özen göstermeye çağıran yukardaki söz, bu düşünümün derin
sorgulamasını dolayımlamanın insana verilmiş bir armağan olduğuna işaret
etmekte. Bu ruh eğitiminin başlıca imkanı olarak da, dilin temsil araçlarıyla,
araç sonuç amaçlı araçsallaşmış düşünmenin alışkanlıklarına teslimiyet içinde
araçsallaşan, uykuya dalan ruhsal duyarlığı, uykusundan uyandıracak bir
sorgulama ve derinleşme etkinliği olarak Felsefi sözü hep yeniden kökenindeki
canlı dokunuştan başlatarak düşünmek. Bu düşünümün dolayımında, insanı
yapılanmış düşünme alışkanlıkları içinde hareket etmekten, yapılanmanın
kökenindeki bağlantısallığa; oradaki kendiliğindenliğe dokundurmak… O dokunumun
adsız, kimliksiz kendiliğindenliğini, devinimini, masumiyetini dokunduran
yazının, sözün dokunumuna karşılık verecek bir uyanışın yazısını, çizisini, yeni
nesillere dokunduracak yazıyı, sözü, hep yeniden, ve yeniden seslendirme
anlamında felsefenin felsefe teorilerinin, kurgularını, epistemolojik ontolojik
sanı yapılanmalarını çöze –yazan, kurgunun ötesinden seslenen, hiç eskimeyen,
hep yeni ve taze asli çağrısı.
Çağrıya
karşı “sağırlık” metaforu burada çağrı ve ona verilecek karşılığın karşılıklı
beraberliği olmadığı zamanki insanın sanı yapılanması (doxa; dilin paradigma, norm olarak yapılanmış kurallarına
dayalı temsil sisteminin doğruluk, kesinlik inanışlarını doğruluk-kesinlik
deneyimi olarak göstermek; temsili gösterimleri doğruluk-kesinlik deneyimi
olarak “işte” gösterimiyle deneyimlediğine, algıladığına inanmak şeklinde) içindeki zihin durumuna işaret ediyor.
Felsefenin
temel sorunsalı: İnsanın kendi kendisine dair bir duyarlığın etkinlik kazanmasına
çağrı olarak “insan” adlandırması dahil, bütün adlandırmaların tarihsel,
kültürel, bilimsel… anlam çağrışımlarıyla insan zihnini de birlikte yapılandırdığı
tezahür zeminine (physis) karşılık
veren (responsive) bir düşünümün, hayret makamından seslenen çağrısına karşılık
vermekle, ya da bu karşılığı verememekle ilgili. Söz konusu çağrının ve
beklediği karşılığın ister istemez bu sorgulamanın etkileşimine giremeyecek
denli koşullanmış bir zihne dokunması beklenemez. Çünkü, insandan yapılanmış
düşünme alışkanlıklarıyla düşünsel bir hesaplaşma ve yüzleşme dolayımını kat
etmesini talep etmekte. “Ben”, “neden”, “sonuç”,
“elma” “armut”, “dağ”, “deniz” “güneş” “başkaları”, “atom”, “pipo vs. adlandırmalarla
gösterildiğine inanılan varlık farklarının (kendilerine öz nitelik veya kendilik atfedilen varlıkların) imlem bağlantılı öğrenildiği, kullanıldığı; bu bağlantılı dokudan
soyutlanabilir, dilde adlandırmayla temsil edilebilir bir öz kendilikleri olmadığına
dair bir farkındalığın temellük (appropriation) edilmesiyle ilgili.
René
Magritte’in pipo ile pipo resmini yan yana getirdiği resminde pipo resminin
değil, piponun altına “Bu bir pipo
değildir” uyarısını koymasının nedeni de içinde bu özne merkezli adlandırmalara
bağlı gösterimlerle anlam (imlem) farkları temsil edilen “nesnelerin” bir öz
kendiliği olmadığına dair derin iç-görüsüdür. Bu iç görü aynı zamanda öznenin
kendiliği hakkındaki öz-kendilik inanış yapılanmasını da çözümlemekte.
Resimlerinin dokusu, “gösterimlerin kullanımlarıyla konuşan, nesnelerin farklı
kendiliklerine bilimsel veya dinsel doğruluk-kesinlik inanışlarıyla tepki veren
öznenin öz-kendilik inanışlarının da
imlem farklarının iç bağlantılı dokusunda öğrenilen anlam farklılıklarının dış
bağlantılı; gösterim amaçlı tanımlama ve adlandırmalarla temsil edilen
tarihsel-kültürel konvansiyonel kurallarla yapılanmış olduğunun Farkındalığını
dokundurur. Resmin dokusunun dokunduğu anda artık dokunun kendi gizemi içinde,
bakan ve bakılan, gören ve görülen, öznellik nesnellik ayrışmasının bittiği,
hayatın gözden gizli olmayan, hep göz önünde olan gizemiyle bakışmanın,
dokunumun içinde birlikteyizdir. (René Magritte’in bir hatrırlatması!)
Melih Cevdet Anday’ın Kadeş Savaşı şiirinde,
“bu bakışma kalır kalsa kalsa” sözünün dokunumunda, ve bu dokuya dokunan,
dokunduran her yazımın, çizinin, müziğin, yontunun, dokunuşunda olduğu gibi.
Sanat yapıtı, şiir, yazın, felsefe… yaratıcılık ancak bu dokunumun aynası sözün
dokusuna yansımışsa vardır. Gerisi dilin kültürün temsil ve inanış
sistemlerinin ideolojisinin aynasında benlik, öznellik yapılanmalarına bağlı
estetik ve ethik duyarlıkların duygulanımları, özlemleriyle çalkalanan, bir oyun
ve oyalanma çalkantısıdır ama yaratıcı düşünmenin özgürlük duyarlığı ve onu
arayan devingenlikle karıştırılır çoğunlukla. Platon’un ünlü sanat ve sanatçı
karşıtlığı da bu karıştırmadan payını alan bir karıştırmadır. Platon dilin
kültürün ideolojik koşullanmalarının yapılanması içindeki estetik-ethik duygulanım, güzellik, iyilik adına normlarla,
tanımlamalarla yapılanmış olarak tepki veren
benlik çalkantısının sanat şiir adına duygulanım dalgalarıyla sürdürülen
çalkantısının sadece kişi benliğini
mağaranın sanılarına zincirleyen bağları daha da güçlendiren döngüler
yarattığını fark etmiş olarak sanatın diline felsefi eleştirel bir sorgulama
eşliğinde bakar. Temsillerin kökenine inen felsefi çözümlemenin öznesiz Farkındalığıyla
karşıtlık içinde; temsil düzeyinde kalan, temsiller kurgulayan, temsillerin
kurgusu içinde düşünmeyi, duygulanmayı oyalayan, yönlendiren yapıtları kopyanın
kopyası, temsilin temsili olarak temsili kurguların yarattığı sanı yapılanması
içinde yönlendiren sanat üretimi faaliyetine bu nedenle eleştirel bir tutum
içinde yaklaşır. Öte yandan temsilin
temsil edilmesi, temsil edenle temsil edilen arasındaki bağlantısallığı dokuyan
ve dokunduran dokusuyla, daima burada sözkonusu öznesiz, kimliksiz; “ben”
merkezliliği çöze yazan felsefi sezgiye akraba dokunuşuyla ona berraklık ve açıklık sağlayan aynı para-doxal dokunuma sahiptir. Wittgenstein bu nedenle, felsefeye olan
tutumunu, imlem farklarının bağlantılı öğrenilen dokusunu sıkılaştırmak, sıkı
dokuyu auto-hetero afektif bir dokunumla
eş anlı fark etmek ve bu farkedişi temellük etmek anlamında, “dichten” sözüyle karakterize eder.
Felsefi
sorgulamanın, derinleşmenin bittiği yerde sürdürülen oyunun; hayatın yaratıcı
tezahür zeminindeki ruhsallıkla bağ kuran, oraya kılcal damarlar açan, yaratıcı
enerjisini oraya dokunan düşünümden alan
devingenliğinden kopmasına dair bir farkındalığı seslendirir.
* *
Rönesanstan geçmedik diyen bilge ozan
Melih Cevdet Anday kuşkusuz bu dolayıma dokuna yazmasına karşın bazı şairlere (Örneğin
sevgili Hilmi Yavuz’a), sanatçılara, düşünürlere, yazarlara hiç dokunmaz bile. Bu durum, sanat adına her şiir, edebiyat,
yazı, çizi vs.’nin bu dolayıma dokunmamasının sonucu. Nitekim, Heidegger “Sanat Yapıtının Kökeni”
başlıklı yazısında, tam da bu kökene dokunmayan “yaşam deneyimi”, “ölümsüz
sanat yapıtları”, “sanat yapıtının ebedi değeri” vs. klişelerle konuşup
yazmanın, burada tam da presizyon gerektiren dilin sözün kökenindeki
bağlantısallığa dokunan bir düşünümü talep etmesine yabancı kalmalarına ironik
olarak, içinde sanat yapıtının deneyimi olarak öne çıkartılan “yaşam deneyimi”
vs. klişeleri, içinde, sanatı yaratan düşünümün öldüğü ortama benzetir: “Ölüm o
kadar yavaş gerçekleşir ki, birkaç asır sürer.” Presizyon, dakik düşünme uyanıklığı,
farkındalığın hayatın nabzına dokunumdan alan ritmini talep eden düşünümün ne denli zor bir dolayımı
yüzleme sorunuyla insanı karşı karşıya bıraktığına Wittgenstein’ın aşağıdaki
paragraflarda alıntıladığım sözleri de tanıklık etmekte.
* *
Temellük etme (Heidegger: Appropriation)
sorunsalı, insanın da insanlığının
tarihsel kültürel dokusuna zemin olan imlem farklarının birbiriyle bağlantılı
olarak imlem ifade ettiği tezahür zeminine dokuna yazan bir düşünümün
Farkındalığını kazanmakla ilgili. Bu nedenle söz konusu Farkındalık insanların
teorik açıklama, öğreti, teknik yöntem (know how), information aktarımına
hizmet eden yazma, konuşma, eğitim yoluyla kazanacakları bir bilgi, idea, fikir, yöntem, teknik vs.
değil. Tersine, Farkındalık, daima onu dokunduran
bir dil artikülasyonunun ortaya konmasını ve dokunumunu talep eden Fiili bir
durum. Bu nedenle söz konusu dil artikülasyonu da, bu fiili duruma geçmeyi
talep etmekte: İnsandan kendi zihninin, psikolojisinin, imajinasyonunun, bellek
çağrışımlı geçmiş ve geleceğe çağrışım yapan, gerçeklik deneyimine dair
doğruluk-kesinlik inanışlarının sanı yapılanmasının tarihsel/kültürel
dil ve inanış sisteminin normları ve paradigma olarak işleyen kurallarıyla
nasıl yapılanmış olduğunun yapı
çözümünü, iz sürümünü talep etmekte. Bu iz sürümünün sorgulama, düşünüm, yazım
dolayımında insandan benlik, öznellik, nesnellik, doğruluk, kesinlik
inanışlarının insanda nasıl bir deneyim sanısı yapılandırdığına dair bir
farkına varışın uyanışını talep etmekte.
O zaman, dış bağlantılı temsiller, adlandırmalar, modellemeler, kurallar
kurmaya ve izlemeye bağlı bilgilenmenin Bilgisi olarak, bilgi inanışları, imgelem ve bellek tepkileri
ve insan zihni arasındaki ortak dokuyu dokunduran bir devinimin bu dokuda
uyanışından hareketle, adlandırmalarla anlam farkları temsil edilmiş,
“kendilikler”, “şeyler”, varlıklar”,
olarak deneylendiği, gözlemlendiği sanılan, “kendiliğime”, “ben” olarak
söz ettiğim kendiliklerin çokluğuna/çoğulluğuna
tekil (singular) Oluşu içinde dokuna
yazmanın, Ötekiliği seslendirmenin olanağı aralanmakta. Bu dokunumun tekil-çoğul birliğinin eş anlı
farkındalığını uyandıran bir doku sesli sessiz kendi tınısıyla tınlamakta,
yankısını sonsuzca yankılandığı bir boşluğa bırakmakta. Bu nedenle, Budalık Farkındalığı
ya da Zen, Satori aydınlanmasını izleyen ustaları, çıraklarından daima bu
farkındalığı dolayımlayan, dokunduran sözü, jesti, devinimde devinimsizi, devinimsizde devinimi, sessizdeki sesi, seslideki sessize eşanlı
dokunan jesti, sözü talep eder
hala ve ebediyyen.
Celaleddin
Rumi’nin dünün sözünün dünde kaldığına, bugünün yeni sözü talep ettiğini
hatırlatması da, söz konusu Farkındalığın daima bireyden kendi
düşünme-sorgulama deviniminin auto-hetero afektiv bir hayatiyetin (vitality)
uyanışını talep etmesiyle; bu uyanışın kendi adı, kimliği dahil ve adıyla özdeş
sandığı temsil edilmiş her şey’in; varlıkların kendiliği (identite) olarak
temsil edilen imlem farklarının (“differance”
Derrida’yı anarak) iç-bağlantılı olarak öğrenildiği tekil
(singular) tezahür anına dokunan ve
dokunduran sözün, yazının, çizinin jestini, hareketini; bu hareketin
artikülasyon dokusuyla dokunan sözü, yazıyı, çiziyi, imlem bağlantılı dokudan
devinimini alan jesti talep etmesiyle ilgili. Bu nedenle burada söz konusu söz, hep bir jest
olarak sessiz ve derinden dokunuşuyla, hep tekil oluşun minimalist momentumuyla
dokunmak sorunuyla yüz yüzedir. Wittgenstein şu sözleri bu yüz yüzelik
sorununun bir yansımasıdır:
Yazdığım
her cümle, her şeyin tümünü söylemeye
çalışıyor; yani hep aynı şeyi yeni baştan tekrarlamakta; söylenenlerin hepsi sanki basitçe tek bir
bütünün değişik görüş açılarından görünüşleri olarak.”[5]
Sadece,
arada bir, yazdığım cümlelerden biri burada ileriye bir adım atıyor: gerisi
berberin, doğru anda bir kesim yapmak için sürdürmek zorunda olduğu makas
çırpmaları gibi.[6]
Asla
ifade etmeye çalıştığımın yarısından fazlasını söylemeyi başaramadım. Gerçekte
o kadarı da değil, onda birinden fazlasını bile değil. O bile birşeye değer.
Yazdıklarım sıklıkla hiçbir şey değil, sadece kekelemeler.[7]
Felsefe bir güvenlik kasasının
kombinezon kilidini açmaya çalışmak gibi. Birçok kombinezon denemesinin bir şey başarır gözükmediği, ancak hepsi yerli
yerine oturunca kasa kapısının açıldığı.[8]
Herşeyin tümünü söylemeye çalışan söz, sözün
kökenindeki bağlantısallığı dolayımlamak; bu dolayımda auto-hetero affective
bir farkındalığın uyanışı ve anımsamalarıyla,
dilde gösterim amaçlı, dış bağlantılı
adlandırma ve tasvirlerin, figürlerin, modellemelerin, gösterim
kurallarını bellek ve imgelem alışkanlıklarıyla öğrenme ve kullanması insanda,
nasıl zihinsel imgelemsel bir dünya
algısı yansıtan bir aynaya tutukluluk yaratıyor? Aynadaki görüntülere ve çağrışımlarına
gösterim tepkileriyle, bellek ve imgelem çağrışımlarıyla yönelen, konuşan; görüntülere, paylaşılan ortak bir gerçeklik
sanısı, algısı içinde tepki veren bir zihinsel tutukluluk hali. Aynanın zihinde
yapılanmasının iz sürümü, zihni de benlik, kendilik adlandırmalarının
sanı yapılanmalarından çöze dolayımlayan düşünümün ufkunu insana açıyor. Bu iz
sürümü, imlem farklarının bağlantılı dokusunu kat-eden dolayımda, temsil
sistemlerinin dış bağlantılı adlandırma ve tanımlamalarıyla, kurallarıyla,
paradigma, norm, normal olarak yapılanan örüntüsünde zihnin imgelem ve bellek
alışkanlıklarıyla yapılanan, kurallaşan;
pratik, işlevsel sonuçlarını kullanarak öğrenerek paylaşılan, sabitleşen
kurallara bağlı tarihsel-kültürel doğruluk-kesinlik inanışlarının da yapı
çözümünü dolayımlamakta.
Bu
dolayıma çıkmanın anlamı, “Şey”, “nesne”, “kendilik” olarak temsil edilen her
bir şeyin kendiliğinin imlem farklarının öğrenildiği bağlantılı zeminden
soyutlanabilir bir kendiliği olmadığına dokuna yazan bir farkındalığı dokunduran
yazının-sözün-çizinin eti yarması, çizmesi, kanatması; kanamanın iz sürümünün dolayımında ne olup bittiğine
dikkatin uyanması, etkinlik kazanması ile ilgili. Kanattığı, çize yardığı,
kesiğin izinin auto-hetero afektiv bir farkındalıkla nasıl “yara”, “çizik”,
“kanama”, “kan izi”, “benim yaram” “onun yarası”, “çizik-yazı” yani arke-yazımın dolayımı olarak vs. imlem
farklarını öğrenmeye ve adlandırmalarla dilde temsil etmeye zemin olduğunun
izini sürmekle ilgili. “Ben” ve
“ötekini” ayıra-yazmasının sonuçlarını, kurallaşmalarını, katılaşmalarını,
katılaşmaların yarattığı sanı yapılanmalarının
iz sürümünü bizzat icra etmekle ilgili. Bu düşünme icraatının yazımı işi, fiili olarak,
tam da Merleau-Ponty’nin, Wittgenstein’ın,
dilin dokusunda çizikler, yarıklar açarak, imlem farklarının bağlantılı
dokusunu sıkılaştıran (“dichten”)[9]; sıkı-dokunun auto-hetero afektif transversal dokunumunu
canlandıran ve izini süren düşünce denemelerinin hatırlatmalarıyla…ne
yaptığının karşılığıdır. Bu dolayım katında, adlandırma imleri olarak
gösterimle, işaret imlerinin, figürlerin, biçimlerin kullanımıyla insanın fiil
olarak, fiili bir süre durumun tekil-çoğul dokusu içinde bu kullanım bağlamıyla örüntülü varoluşunu
anlamanın olanağı ortaya çıkmakta. Tarihsel
kültürel olarak bu örüntü içinde yapılanan insan zihninin bu zeminin tekil
(singular) dokusuna dair farkındalıktan yoksun kaldığı zaman, temsil edilen anlam farklılıklarının çoğulluna
işaret eden gösterim ve onları kullanma
alışkanlıklarının araç-sonuç amaçlı döngülerine ve kurallaşmalarına bağlı sanılarına da hapsolmakta; örneğin “işte”
gösterimiyle işaret edilen nesnenin temsil ettiği anlam (imlem) farkının bu
gösterimle kendi kendinin doğruluk-kesinlik
kanıtı olarak deneylenmesi, algılanması sanmakta. “İşte bir el” diye eline, elinin kuşku
götürmez varlığına işaret ettiğini sanan G:E. Moore’a karşı, Wittgenstein daima
bir gösterimin imlem bağlantılı bir dokuda öğrenilen, kurallaşan, sonuçlarının
paylaşılması ve paylaşılmaması temelinde deneyimi gerçekleşen doğruluk-kesinlik
inanışlarına açıklık getirerek ilerler. Elin
kullanımının, parmağın gösterim amaçlı kullanımının, kullanımın imlem
farklarının bağlantılı örüntüsünden soyutlanamayacağına, bir gösterimle kendi
kendinin temsilcisi gibi gösterilemeyeceğine, insanın kendi bedeni,
duyumları dahil bu örüntünün tezahür
dokusundan soyut olarak gösterilemeyceğine dair derin bir kavrayışı dokundura
hatırlatır.
“İşte”
kelimesinin kullanımıyla veya adın kullanımıyla, işaret edilen adına “kalem”
veya “çizgi”, veya “insan”, “el”, kol, “beyin”, “güneş”, ağaç”, “dağ”
“gökyüzü”, “yıldızlar”, “dişağrısı”, “pipo”… olarak temsil eden figürlerin
hiçbirinin kendi kendinin anlam farkının öz temsilcisi olarak bu kullanım örüntüsünden
soyutlanamayacağının, gösterilemeyeceğinin idraki burada kritik felsefi
kavrayışı ifade ediyor.
* *
Fakat
şimdi sorgulamanın önünü kesmeden şu kritik itiraz sorusunu kendi kendimize
sorarak ilerlememiz gerekir. Güneşi temsil eden figürle güneşin kendisi
arasındaki imlem farkını nasıl anlamamız gerekir? Güneşin kendisi nasıl bir dil
ve imlem farklarının gösterim-kullanım dolayımı içinde güneşe dair özgün bir
anlam imlem ifade etmekte. “Güneşin kendisi olarak” güneş imini içine örüldüğü
imlem farklarının örüntüsünden soyutlayabilir miyiz?! Ya da soyutladığı sanısı
içinde kendi kendimizi? Nasıl bir sanı
yapılanması içinde, farkında olmadığımız ön yargılarımızı; düşünmemize kural
olan normları/paradigmaları fark etmemize belki şu karşılaştırma üzerinde
düşünmek yardımcı olabilir. Güneşle olan yaşam biçimi, bizim modern bilimsel-kültürel
normlarımızın belirlediği yaşam biçiminden çok farklı olan bir yaşam biçimi
düşünmeye çalışalım. Örneğin, “güneşe
tapan insanların yaşam biçimi olarak
görmeye, düşünmeye çalışalım…” Her sabah güneşin doğuşunu ve akşamları
batışını kendi törenleri, ritüelleri içinde kutsayan insanların yaşama, dünya
çevrenine, olayların ortaya çıkışına örülen yaşama davranışları, kuralları, bu
kurallara örülen imgelem ve heyecan dünyası olarak. Modern bir kültür ve
bilimsel bilgi sisteminin paradigma ve normlarıyla belirlenmiş bir dil-kültür
sisteminin aktörleri olarak, bizimkine benzemeyen dil-kültür inanış
sistemlerini kendi paradigmalarımızdan hareketle tasarlar ve yargılar
olduğumuza dikkat edelim. Kendi bilimsel bilgi sistemimizin paradigmalarıyla o
sistemin içinde yetiştiğimiz için hesaplaşacak bir görüş mesafemiz yok. Bu
nedenle onun dışında yaşam biçimlerini, bir yaşam biçimi olarak görme, anlama
mesafesinden de yoksun kalarak sadece, bize “yabancı” “ilkel”, “mantıksal
kurallarla bilimsel düşünme yöntemi öncesi”, “mitolojik” vs. adlandırma ve
tanımlamalara bağlı yargılamalarla düşünmekten öteye gidemiyoruz. Yine aynı
nedenle insanlığı, insan olmanın anlamını, tarihsel-kültürel oluşunu anlamak
için de gerekli görüş ve düşünme mesafesinden yoksun, fakat bunun farkında
olmayan; kendi zihniyetini yapılandıran paradigmaların ve normların
ön-yargılarına hapsolmuş bir bakış ve düşünme içinde kendimizi ve insan olmanın
anlamını anladığımızı sanıyoruz! Anlayışımızın bilimselliğini, bilimselin
anlamını üzerinde de sanıların üzerine çıkan felsefi bir anlayış edinmeksizin
öne çıkaran; bilime, bilimselliğe felsefi anlayıştan uzak güzellemeler, övgüler
düzerek; burada söz konusu felsefi eleştirel sorgulamayı ise bir tehdit, düşman
olarak, bilim ve bilimsellik dışı savlar olarak ilan ederek… Felsefeyi ise
kendi anladığımız şekliyle sorunlu bir bilim anlayışının kalıbına dökerek! Bu anlayış, o zaman tam da, dinsel inanış
sistemlerinin yapılandırdığı zihniyetin bu defa felsefeyi kendi inanış kalıbına
dökerek anlamasına benzer, bilimi ve dini karşıt kutuplar olarak belirlemesine
zemin olan tutumuna hizmet etmekte.
* *
Adlandırmalarla
temsil edilen şeyleri kendi kendinin öz
temsilcisi olarak görme yanılsamasının
kaynağı, imlem bağlantılı bir dokuda görme, dokunma, konuşma, yazma, okuma
alışkanlıklarımızın yapılandığının farkında olmayışımızla ilgili: herhangi bir şeyin “aslını”, “kendini” görmek
göstermekle, resmini görmek, göstermek arasındaki farkı da dilde imlem
farklarının sonuçlarıyla karşılaştığımız, bu farkları öğrendiğimiz kullandığımız örüntü içinde yapmayı
öğreniyoruz. Yani “aslını görme/gösterme” ile aslına benzeyen görüntüsü”
arasındaki anlam farkı imlem farklarının tezahür ettiği bağlantılı dokudan
soyutlanabilir bir öz-kendiliğe veya öz-bilgisine (bilimsel bilgiyi bu sanıyla
yorumlayan anlayışlara) indirgenebilir bir özellikte değil. Kendi kendimize
dair benlik inanışımız da, “ben”, “kendim” imlerinin diğer imlem farklarıyla
bağlantılı öğrenilen, kurallaşan kullanımından soyutlanabilir bir öz kendiliğe
sahip değil. Öz kendiliği olan sadece imlerin bağlantılı dokusuna dokuna
yazmanın dokusunda ben merkezli gösterim tepkilerinin döngüsünü çöze-yazan Ben Olmayanın (Ötekiliğin) tezahürü. Bu
tezahürün Farkındalık ışığında hiçbir adlandırmanın bir öz gösterimi olarak
imlem bağlantılı dokudan soyutlanamazlığı. Kolaycı teorik bir adlandırmayla
imlem bağlantılı dokuya dair bir kavramsallaştırma iddiası öz-gösterimsellik” olarak özetlenmekte. Fakat asli anlamını
sorgulama dolayımındaki düşünüme kendini açmasının yanından ona hiç dokunmadan
geçen bir söz olarak bu vb. kavramsallaştırmalar, kendileri ve okurları için
yarattıkları kafa karışıklığı bir
yana, meseleyi anlamış ve özünü
özetlemiş olma sanısının kof rahatlığı içindeki bir düşünme, konuşma, yazma
alışkanlığını açığa vuruyor ne yazık ki.
* *
Öte
yandan bu sorgulama dolayımını kat etmenin yolunda kazanılan bu kavrayış, ya da
idrak, Platon’un mağara duvarındaki gölgelere, figürlere gösterim ve kullanım
alışkanlıklarının inanışlarıyla, imgelem ve bellek çağrışımlarıyla tepki veren
insanın sanı yapılanmasının da çözümünün olanağı. Kullandığımız bütün
imler, işaretler, figürler, şu ok işareti, veya parmak işareti
gibi neyi temsil ettiğini kullanımının diğer imlerin kullanımına bağlı olarak
işleyen kullanımından soyutlanabilir, gösterilebilir, kendi kendisinin öz
temsilcisi bir anlama sahip değil. “İnsan”, “ben” vs. merkezli
mutlaklaştırdığımız imler de öyle! Fakat
bunun idraki, temellük edilmesi sorunu açık bir sorun olarak ortada ve bizi bu
idrake götürecek insanlığımıza özen ve
dikkat etmeye çağırıyor felsefi bir sorgulama ve düşünüm dolayımı içinden.
Platon’un mağara metaforu sorunu ve çağrıyı dile getirme işlevinde bir metafor.
Mağaradan oraya sızan ışığın izinin peşine
düşme her bir insana birey olarak
bu çağrıya karşılık vermenin olanağını ve armağanına dair bir hatırlatma.
Armağana uzanmak, gerekli ve yeterli karşılığı verme çabası, arayışı… insanın
yaşamına, etine çizilen bireysel bir dolayımda izinin, yazı çizisinin
dokunuşundan sesini, yankısını, çağrısını sonsuzca yanıklanmaya ve karşılık
bulmaya bırakıyor. İnsana özen ve dikkat
göstermeye çağrısı, bizzat insanın kendi
kendine dikkat ve özen göstermesine çağrı. Çağrıya verilen uygun uygun karşılık
da kendini sorgulama ve bu sorgulama dolayımı içindeki uyanış ve aydınlanma
dolayımının olanaklarını insana açan düşünüm olarak Felsefenin bilgelikle bağlantılı
anlamı; Bilgeliğin anlamını, bilginin bilgisine varmanın anlamını, insana bir
armağan olarak açan, insanı yeniden doğuran, Rönesansın keşfi.
* *
Adlandırmaların kökenine
inmek demek, sözgelimi “neden”-“sonuç”,
“önce” “sonra” vs. adlandırmaların bellek ve imgelem tepkileri ve
sonuçlarıyla imlem farklarının
adlandırmalarla nasıl temsil edildiğini, araç sonuç amaçlı gösterimlerle
kurallaştırmaların izini süren düşünümün ışığında adlandırmalara bellek ve
imgelem tepkileriyle örüntülenerek yapılanan insan zihninin yapılanmalarını
çöze-yazan, sorgulaya fark eden bir dolayıma girmek demek. Bu yapılanmanın
içinden insana dair antropolojik, biyolojik, sosyolojik, tarih-kültür bilimsel
anlayışlarla, yapılanmayı çözündüren düşünümün dolayımından insana dair anlayış
ve bu anlayışı insanda uyandırma anlamında sorgulayan ve derinleşen düşünüm
olarak Felsefe yapmanın farkı! Bu fark, burada sözkonusu farkındalığı
potansiyelden actus’a geçiren
icraatı; bu icraatı ortaya koyan yazım, konuşma, sorgulama etkinliği olarak
felsefe yapmanın, insanın ruh eğitimine özen ve dikkat göstermenin fiili anlamını ifade ediyor. Bu fiili
anlam bizzat sorgulama dolayımında, bu dolayımın içinden yürüyen bir uyanışın
kendi yapılanmalarını çöze ilerleyen düşünümü kat etmenin yolunda kendini deneyimini insana bir armağan olarak
dokundurmakta.
Yukardaki
sözün sessiz ve derin anlamını tarihsel zaman-aşırı bir dolayımda yankılanmaya
ve o dolayımdan karşılık verecek düşünümün, bu anlamı hep yeniden ve yeniden
dokunduracak sözü dokuması, yazması için
insana en özel armağan olarak bırakıyor. Tam da, Celaleddin Rumi’nin, “Dünün sözü
dünde kaldı, bugün yepyeni söz söylemek gerek.” Derken işaret ettiği anlamda.
Yepyeni söz, sözün kadim bilgeliğe dokunan anlamını, bu günün insanının
tarihsel-kültürel normlarıyla, paradigmalarıyla, doğruluk-kesinlik
inanışlarıyla yapılanmış zihniyetini dikkate alarak, onu çözündüren düşünme
sorgulama artikülasyonlarıyla düşünümü yeniden ve yeniden canlandırmak,
diriltmek, harekete geçirmek anlamında.
* *
İnsan
zihni dilin adlandırma ve kurallarını öğrenme içinden kendinden “ben” “insan”
olarak söz etmeyi öğrenirken dilin adlandırmalarını öğrenmiş olarak
“gerçeklik” adını verdiği bir “temsil dünyasına” işaret ettiğinin farkında
değil. Çevresine, “ağaç”, “dağ”, “güneş”, “kalem” “kağıt”, “kitap” olarak
parmağıyla işaret eder dokunurken, adına “naiv gerçekçilik” ve “sağduyu
gerçekçiliği” denen, hem kendi kendine, hem de işaret ettiği kendiliklerin
varlıklarına dair öz inanışlarıyla konuştuğunun, gösterimde bulunduğunun farkında
değil. Burada sözkonusu, dilde anlam farklarının adlandırmalarla temsiline
dair kritik felsefi kavrayıştan yoksun olarak bilime; bilim dilinin paradigmalarına, araçlarına,
araçların kullanım tekniklerine, metodolojisine bağlı olarak gözlemleme ve denemelerle
modellenen (temsil edilen) “bilimsel
gerçekliğe” olan bakış, inanışlar da bu nedenle sağduyu gerçekliğinin öz
inanışları gibi, kendi paradigmalarının farkında olmamanın sanılarıyla ve o
sanıların kafa karışıklıklarıyla malul. Bu karışıklığı Goethe de şöyle not
ediyor:
Deneme
ve gözlem yönteminin kullanımının insanı doğadan koparması insan için kötü bir
kader. Bu kaderin tecellisi olarak insan doğayı sadece yapay aletlerin araç ve
teknik olarak kullanımları ve doğurdukları sonuçları üzerinden anlamakta ve
böyle yapmakla da kendi başarısını sınırlamakta… Mikroskoplar ve teleskoplar,
gerçekte, insana içkin düşünsel berraklaşmayı gölgeleyen sanılar, kafa
karışıklıkları yaratmakta. Goethe, bu kafa karışıklığından berraklaşmaya giden
yol olarak, insan duyarlığının hayatın
tezahürüne karşılık verecek bir algılama ve farkındalık kazanma eğitimine bağlı
olarak şöyle diyor: “İnsan denen
yaratık, duyularının izini farkındalıkla
sürebildiği ölçüde varolan en hassas fiziki alettir…”
Sanılarıyla
kafa karışıklığına uğramış, akli aynası çatlamış olduğu için aynada parçalara
ayrılmış olarak temsil edilen görünüşler çokluğunun birliğinin izini çoktan kaybetmiş;
hem kendine, hem gösterimlerine işaret
eden adlandırmaların neyi gösterdiğinin izini sürmenin olanağı olarak fiziki
aletinin enerjisi, hayatiyeti dumura uğramış, sadece araç-sonuç amaçlı
adlandırmalara bağlı temsil araçlarının kullanımlarıyla yetinen, bu sonuçları
üretme ve tüketme çevriminde döngülenen kendinden memnun insana en hassas
fiziki alet olarak kendi canlılığını, onun uyanıklığını kullanmaya çağırmak ne ifade eder?! Bu İnsanlık
Durumunu, Platon da çok bilinen mağara metaforuyla düşündürmeye çalışır;
mağaradan çıkışın, aydınlanmanın, ruhun özgürleşmesinin hep burada zihnin kendi
sanılarına hapsolması, mağara
duvarındaki gölgeleri oraya yansıtan mağaraya
sızan ışığa arkaları dönük olarak zincirlenmiş (koşullanmış) durumlarından
kendilerini çözecek bir sorgulama anlamında Felsefi düşünüme kendilerini
açmalarına bağlı olduğuna işaret eder.
Ne ki, burada temelli zorluk, insan düşünmesinin burada ruhsal aydınlanma,
özgürleşme sorununa kendini istese de kolayca açmasının mümkün olmaması ile
ilgili. Dilin temsilleri ve
kurallarına, paradigma olarak yapılanmış
normlarına koşullanmış düşünmenin, akıl mantık yürütmenin, dilin temsilleriyle
birlikte, iç bağlantılı yapılanmasının iz sürümünden hareketle mağara
sakinlerinin zincirlerini çözmesi, mağaraya arkalarından sızan ışığın kaynağına
yüzlerini dönerek çıkış yolunu dolayımlamaları olası. Bu dolayımın yoluna çıkmak ise, Goethe’nin de
işaret ettiği, insan denen yaratığın kendi canlılık kaynağıyla, ona kılcal
damarlar açan düşünme ve sorgulamanın birbirine örülen yollarında yolu
kaybetmeyecek bir hassasiyetle doğru iz sürebilecek bir farkındalığa odaklanması,
kendi hassasiyetini insana verilmiş en hassas enstrüman olarak
kullanabilmesi. Ama bu Kullanım;
mikroskop, teleskop, laboratuvar, teknik ve teknolojisinin araç sonuç amaçlı araçları
kullanmayı öğrenmiş insan alışkanlıklarının kullanımla kullandığı alet
arasındaki bağlantıyı, “çekiç” ve “kullanımı” olarak birbiriyle dış bağlantılı
olarak adlandıran ve anlamlandıran anlayışından kökten farklı. Wittgenstein’ın
adların anlam farklarını, adı taşıyan nesnenin kendisinin değil,
kullanımlarının imlem bağlamının; imlem bağlamındaki birbirine örülen kullanım
örüntüsünde öğrenildiğine ve kurallaştığına yönelik hatırlatmalarla ilerleyen
çözümlemeleri burada en hassas enstrüman olarak bu enstrümanın kullanımına da,
insana sunduğu farkındalık olanaklarına da en kayda değer örnekleri sunar
dikkati uyanmaya yatkın duyarlı okurlarına. Bu farkına varış dolayımında, insan
kendisini dış bağlantılı adlandırmalarla yapılanmış zihnin kendisine ve
kullandığı alet, araç kullanımının kural ve teknolojisiyle dünya ufkuna bakışının,
tarihsel-kültürel yöneliminin değişen kurallar ve teknolojiler bağlamında
değişen modalitelerinin izini sürerken insanlık durumunun, tarihsel kaderinin
izini süren bir trans-historik farkındalığa doğru ilerlemekte. İnsanı bütün
insanlığa, bütün insanlığı birbirine bağlayan dokuya, Goethe’nin en hassas
enstrüman olarak kendi auto-hetero affektiv hassasiyetinin karşılık verdiği
(respons) dolayımında uyanan sorumluluk
duyarlığıyla (respons-ability), düşünce denemelerinin imlem farklarının bağlantılı
dokusunda, insan zihninin dış bağlantılı kurallarla, normlarla, temsil ve inanış sistemleriyle insanın kendisine deli gömleği
ören örüntünün, onları birbirine düşman eden, kutuplaştıran, birbirinin ötekisi
olarak ayrıştıran temsil ve inanış sistemlerinin yapılanmasının düğümlerini
çözerek ilerliyor. İnsanları birbirine düşman eden; kutuplaştıran; birbirini
ötekileştiren; Nietzsche’in “tarihsel hastalık” olarak tanıladığı sanı
yapılanmasına, zihniyet yapılanmalarının epistemolojik doğruluk-kesinlik
inanışlarına neşter vuran çözümlemeleri dolayımında, trans-historik bir
farkındalığı dokundura uyandıran hatırlatmalarla, insana verilmiş bu olanağın
ışığını insanda pırıldatmaya çalışıyor!
Bu
nedenle derin sorgulamanın yoluna çıkmadan kişinin felsefe tarihi malumatı reçete teoriler ve tanımlamalar üzerinden, örneğin
“naiv gerçekçilik” tanısı ve tanımlamaları üzerinden, burada sözkonusu zihinsel
yönelimin gerçeklik deneyimi, gözlemine dair vs. naiv doğruluk-kesinlik inanış
yapılanmasının bellek ve imgelem tepkileri ile katılaşmış yapısını çözmeye yeterli
değil. İnsan adlandırmaların kökenine inen düşünme ve sorgulama dolayımını
kendi sorgulaması içinden kendi kendine açmanın
dolayımını kat etmedikçe, burada söz konusu yanılsama ve inanış yapılanmasını
gerçekten çözen bir farkındalığa adım atmanın hep gerisinde kalmaya yazgılı. Bu
nedenle, felsefe tarihi malumatı ve öğretileri olarak sofistlerin nesnellik,
gerçekçilik, doğruluk, kesinlik
inanışlarının ölçüsü olarak insanı aldıklarını, burada ölçütün insanların
pratik pragmatik ilgileri ve amaçları
doğrultusunda uzlaşımlarla paylaşıldığını, konvansiyonel, kültürel, tarihsel bir
kökene bağlı bir yorumlama olduğunu bir felsefe tarihi malumatı, hermeneutik
kuramı vs. olarak öğrenebilir; fakat gerçekten kendi “benlik”, “kendilik”,
öznellik” deneyiminin sözgelimi ağacı veya masayı, kalemi, çizgileri,
figürleri, harfleri, yazıyı veya herhangi bir şeyi dilin uzlaşımları,
konvansiyonel kullanım kuralları içinden
görür, deneyler olmasının nasıl bir ben ve onun
gerçeklik inanışı ve deneyimi yapılandırdığını bu kuramsal soyut öğrenme
içinden anlayamaz. Anlamadığı için de bu konvansiyonel dil sisteminin
uzlaşımlarının yapılandırdığı doğruluk-kesinlik deneyimini dilin konvansiyonel kurallarının yapılandırdığı,
kültürel-tarihsel kökenli paylaşılan bir sanı yapılanması olarak çözümleyemez.
Çünkü burada söz konusu çözümlemenin düşünüm hareketinin uyanışının
dolayımladığı sorgulama dolayımı, adlandırmanın kökeninde, imlem farklarının
bağlantılı tezahür dokusuna auto-hetero afektiv bir dokunumu ve onun devinimini
uyandıra yazan bir sorgulama ve farkına varış içinde bütün temsil dünyasına eş
anlı bağlantısal proto-phenomenon örüntüsü içinde dokunur. Bu dokunumun dolayımı “Fenomenoloji” projesi
olarak temsile esas olan imlem
farklarının iç bağlantılı dokusunda zihnin hem tarihsel, diakronik, kültürel
yapılanmasına hem de yapı çözümüne eş anlı (simultaneous,) dokunumunda
“Fenomenoloji” felsefesinin ufkunu da açar. Bir yarılmanın fay sarsıntısı içinden
yapılanmış benliği, ben olmayan bir
dokuda auto-hetero affektiv bir dokunumla devindirir. Sarsıntının ve yarılmanın
con-tourlarında ben merkezli anlam gösterimleriyle figürlerin, işaretlerin okunmasının
nasıl bir görme ve gösterim, gösterimlerle görme ve okuma deneyimi, yorumu (Bu
nedenle “Hermeneutik yorum bilgisi” bir kuram olarak değil, fenomenolojik
çözümlemenin dokusuna dokuna yazmanın dolayımında uyanan farkına varışın
ışığında anlaşılmak zorundadır!) yapılandırdığının izini sürer; böylece, gösterimlerin bellek ve imgelem çağrışımlarıyla ve
öğrenmeyle asli dokusundan kopmasının izini de.
Bir yarılmanın con-tourları içinden figürle, imle, dış bağlantılı
tanımlarla gösterimi temsil edilen anlamın kökeniyle imlerin kullanımıyla
düşünen, konuşan, gerçekliği gördüğüne, gözlemlediğine, deneylediğine
sağduyusal inanan insan deneyiminin, sağduyu inanışlarının yapılanmasının
kökenine iner ve yazısı, düşünümü, sesi, çağrısı o dokunumun auto-hetero
afektiv iz sürümündeki sarsıntının dalgalanımlarından (modülasyonlarından)
seslenir. Bu zemine dokuna yazmadıkça felsefe hakiki, en derin anlamında, onu
başlatan derin hayret sarsıntısı ve oradan başlayan fay yarılmasının dokunumu
ve iz sürümü anlamında yoktur. Onun yerinde sadece entelektualist kuramsal bir
öğrenme ve konuşma döngüsü içinde felsefe adına öğretiler, mantık kurguları,
yeni adlandırma ve betimlemelerin yarattığı bellek ve imgelem tepkilerine bağlı
öz sanıları döngüsü içinde çalkalanmalar
vardır.
* *
“Sağırlık”
metaforu, insanın ne olduğunu anlamaya çağrıya karşılık verememeyi; insanın
dilden öğrendiği “ben” ve diğer adlandırmaları kullanmayı öğrenmek üzerinden
okuduğu dünyayı bu okumayı başlatan olaylar zemininden hareketle
kavrayamamasıyla ortaya çıkan sanı yapılanmaları ve döngüsü içinde kalmayı
karakterize ediyor. “İnsan nedir?” sorusunda, adlandırma ve betimlemelerin kökeninden
hareketle insanın kendisini ve yaşam dünyasını adlandıran, betimleyen temsil
sistemi içinde birbirine örülen ve insan zihninin kendisine ve dünyaya/evrene
bakışını, zihniyetini, doğruluk-kesinlik inanışlarını, psikolojisini, ethik ve
estetik heyecanlarının da bu örüntü içinde yapılanmasını anlamaya karşılık
verecek çağrıyı işitememekle ilgili. İnsan zihninin tarihsel kültürel dilin
kuralları, normlarıyla, pratiği ile yapılandığına dair özet anlayışlar, bu
meseleyi kökenden anlamayı ifade etmenin çok gerisinde kaldığının bile farkında
değil! Bu nedenle insan zihnini tarihsel örüntünün önyargılarından,
paradigmalarına dair farkındalık üzerinden bütün olası paradigmaların ve
normların yapılanması ve koşullamasına dair bir farkındalık ve özgür düşünüm
ufkuyla, insanı sanı mağarasından çıkaracak hakikat sezgisinin ışığıyla
devindirmenin çok gerisine düşmüş bir felsefe anlayışı, eğitimi, tez, kitap vs.
yazımı da yürümekte. Bu nedenle, paradigmaların, dilin temsillerinin ve
kurallarının yapılanmasının iz sürümü dolayımında zihnin yapı çözümlemesi
olarak felsefi düşünümün bu derin boyutuyla ilişki kuramadan kalmakta; felsefe
adına, bir paradigmayı ötekiyle, doğru/açıklayıcı vs. olduğuna inanılan başka
bir paradigmayla değiştirmeye yönelik teorik kurgu ve tartışmalara ve anlatı
döngüleri içinde döngülenmekte.
O
zaman, insan kendini kendisine öğretilmiş bir dilin inanış sisteminin
normlarının, kurallarının, paradigmalarıyla belirlenmiş olarak fakat bu durumun
çözümleyecek farkındalıktan yoksun olarak kendi kendini ve dünyayı
deneylediğine inanmakta; bu yapıların koşullamalarından düşünmesini çözmenin
insanda yarattığı farkındalığın, “insan” denen yaratığı yaratık olmanın ötesine
taşıyan bir armağan olarak insanın ruh eğitimine özen göstermeye çağrısına
yeterli özeni, dikkati, çabayı, adanmışlığı göstermenin gereği ve anlamına da
yabancı kalmakta.
* *
Wittgenstein’ın
dış bağlantılı adlandırma ve betimlemelerin imlem farklılıklarının iç
bağlantılı kökenini açıklaştırırken yarattığı farkındalık insan zihninin dış
bağlantılı adlandırma ve betimlemelerin kurallarıyla içine girdiği imgelem ve
bellek alışkanlıklarının sanı yapılanmalarını da çözmesiyle ilgilidir. Tarihsel-kültürel dil sistemlerinin normları,
paradigmalarıyla yapılanmış zihnin (yönelimlerin) doğruluk-kesinlik
inanışlarının imlem farklarının farklı konfigürasyonlarıyla farklı dil-oyunları
ören kurallarıyla yapılanmasının ve yapı çözümünün iz sürümü auto-hetero
afektiv tepkilenmelerle imlem farklılıklarının iç bağlantılı akışında düşünce
denemeleriyle yaratılan değişik imlem bağlantılı konfigürasyonlar içinden
izlenir. Adlandırma ve betimlemelerle bellek ve imgelem çağrışımlarıyla ön
beklentili zihnin yapılanmasının iç bağlantılı tezahür zeminine dair
farkındalıktan kopmasına dair sanı
yapılanması; bu iz sürümünün dış
bağlantılı temsili adlandırmalara imkan olan imlem farklarının iç-bağlantılı
konfigürasyonları içinden öğrenilmesine bağlı olduğunun auto-hetero affektiv iz
sürümü içinden açıklık kazanır. Fakat bu açıklık, sözle değil, bizzat düşünce
denemesinin yarattığı ya da canlandırdığı auto-hetero afektiv devinimin (
yaratıcı vitality) harekete geçmesi üzerinden anlaşılmasına bağlı olarak düşünüme
katılan okuru kendi farkındalık ufkunun üst ya da aşkın katına yükseltir. İnsanın ne olduğu sorusunun yanıtı bu üst kat
farkındalığından farklı, alt kattan farklı anlaşılır. Alt katta, insanın dilden
öğrenilmiş ve bu öğrenimin ve zihniyetin içine örüldüğü ve yapılandığı dil
sisteminin kuralları, normları, paradigmaları düşünmeye hükmetmektedir. Bu
katta insan zihni (dilin kültürel, antropolojik, biyolojik, felsefi, mitolojik,
tarihsel, dinsel inanış sistemlerinin paradigmalarıyla, kurallarıyla, normlarıyla
belirlenmiş temsillerin kurallarını öğrenme ve kullanmaya bağlı bir gerçeklik
okuması (seeing as) içinde gerçekliği
gördüğünün, deneyimlediğinin farkında değildir. Bu nedenle kendini gerçekliğin
doğrudan gözlemlediğine, deneylediğine, adını koyduğuna inanan bir bilgi öznesi
olarak nesnel gerçekliği deneyimleme, gözlemleme sanısı içindedir. Bu nedenle sanı
yapılanmasının gerçek çözümü dilin kurallarının, normlarının ve insanın zihinsel, belleksel, imgelemsel
yöneliminin yapılandığı imlem farklarının iç bağlantılı öğrenildiği dokuya
nüfuz eden, fenomenlerin temsil öncesi primordial
olarak tezahür ettiği dokusuna dokuna-yazan bir sorgulama dolayımını
kat-etmeyi, bu yola çıkmayı insandan talep ediyor.
Wittgenstein’ın düşünce denemeleri okuru bu
yolun dolayımlarına çıkaran güçte
denemeler olmakla birlikte, okurun bu düşünce denemelerinin
anımsatmalarına auto-hetero affektiv bir
karşılık içinden mi; yoksa yapılanmış zihinsel alışkanlıkları içinde alt-katta
kalan, sanılarla belirlenmiş katılaşmış duruşu, otomatikleşmiş düşünme-konuşma,
konuşma-dinleme, yazma-okuma alışkanlıkları
içinden mi karşılık (respons) verdiği, yorum yaptığı, sorunuyla ilgilidir.
İkincisi, okurun düşünsel yapılanmasında bir değişim, açılım olması yerine,
okurun düşünce denemelerine bağlı hatırlatmalardan genel açıklama resimleri,
fikirler (idealar) çıkarsaması, bunları Wittgenstein incelemesi, tartışması olarak
anlayan hayli yaygın ve talihsiz bir okuma-yazma konuşma olarak tecelli ediyor.
Birincisi, yani düşünce denemelerinin
özgün auto-hetero afektiv dokunumuna karşılık veren bir okumanın açılımı
okurun metnin dokusu üzerinden dış bağlantılı adlandırma ve tanımlamalarla temsil
edilen her varlık temsilinin anlam farklarının imlem bağlantılı öğrenildiği; iç
bağlantılı dokunumun imlem dokusundan hiçbir adlandırmanın “ben”, “kendim”,
kendime ve dünya ufkuma yansıttığım adlandırmaların soyutlanamayacağına; bu
yansıtma ve soyutlama sonucu ortaya çıkan “ben”in gösterimlerle yöneldiği
dünyaya dair doğruluk-kesinlik inanışlarının; “öznellik”-“nesnellik”,
“ruh”-“madde” kelimelerine eşlik eden inanışların dilin temsilleri ve
kurallarına bağlı imgelem ve bellek yapılanmalarına bağlı sanılar olarak
çözümlüyor. Çözümleme öznellik nesnellik döngüsü içinde yapılanmış ben
merkezini bu farkındalığa taşıdığı yerde özne kendinin sandığı gibi öz merkezi
olmadığını; fakat öz merkezinin her an her yerde ve bu nedenle ne “öznellik “ne
“nesnellik” yada “ruhsallık” “maddesellik” adlandırmalarına yüklenen
karşıtlıklarla düşünen eski zihin alışkanlığının, ben merkezi olarak yapılanmış
zihnin imgelem ve bellek çağrışımlarından çöze-yazmakta. Ne ki bu çöze yazım
devingenliğinin bir dinginliğe varması; bir öğretiyle, bir teoriyle
sınırlanması, sonlanması söz konusu değil; hareketin dokunumu daima dokunumu ve
armağanını iletecek bir yazım ve konuşma etkinliğine dönüşmeye; insana çağrısını ve armağanını kendi yazım,
sorgulama, düşünüm dolayımı üzerinden dokundurmaya ve devindirmeye yazgılı. Metnin
okumasının bu karşılığı (response) verecek bir uyanışa erememesi, metne eski
düşünme alışkanlıklarının döngüsü içinde ondan teorik bir açıklama resmi,
fikri, sonucu çıkarsama; onu bir felsefe tarihi anlatısına, bir felsefe tarihi
tartışmasına, entellektualizme malzeme
yapma şeklinde tecelli ediyor.
Öte yandan, metnin dokusunu dokuyan düşünce
denemeleri, bu denemeler aracılığıyla nüfuz edilen dış bağlantılı
adlandırmalarla temsil edilen anlam farklarının iç bağlantılı bir öğrenime
dayandığının auto-hetero afektiv anımsamalarla özümsenen (appropriation)
Farkındalık, zihnin bu yapıların kuralları ve inanış sistemleri içinde sanılara
hapsolarak donmasını aşan düşünce denemeleri ve hatırlatmalarla Mirando’lanın
çağrısına verilen bir karşılıktır aynı zamanda.
İnsanın
ne olduğunu anlamaya ve onun ruh eğitimine
özen göstermeye Çağrı, insanın ne olduğunu insanın insan kelimesine yüklenen
bilgi ve inanış örüntüsünün
koşullanmasından insanın kendini çözen bir düşünme etkinliğinin
dolayımına çıkarak (kadim bilgeliğin “Kendini bil” çağrısına) karşılık veren bir
duyarlığın uyanış ve farkındalık kazanması dolayımında Ruhumuzun uyanışında karşılık bulan bir söz. İnsanın ne olduğuna karşılık veren düşünüm
etkinliği böylece, adına “farkındalık”, ya da “Ruhun kendi cevheri ışığının insan
denen yaratıkta uyanmasına, etkinlik kazanmasına bağlı olarak farkındalık
dolayımından hareketle çokluktaki tekil Oluşa dokunumla ilgili. Dilin bütün temsillerinin, kendi kendinin
asli/öz temsilcisi gibi görünen, deneylendiğine, adlandırıldığına inanılan
farklılıklarının imlem bağlantılı bir dokuya auto-hetero afektiv dokunum
üzerinden yapılanmasının izini süren ve çözen bir farkındalık. Bilgi ve
doğruluk inanışının kökeninde öznelliğin, kimliğin, ben merkezinin değil, ben
olmayan bir Ötekiliğin tekil-çoğul adlandırılmayla temsil edilemez anına
dokunan bir farkındalığı dokunduran bir dokuyu kendi birliğine dokunduran söz
olarak insanın Ne olduğunun keşfi. Bu keşfin sessiz; adlandırmaların,
temsillerin derinini, kökenini kaza sorgulamanın dolayımında kazıcıya dokunan,
onu dönüştüren hem gizli hem hep göz önünde olan apaçık sırrı.
Bu
anlamada ne gibi bir cevher yatmakta ki, insanı insanda, bizzat insanın kendi
kendisinde, bu nedenle bütün insanlarda potansiyelden aktuel’e ışıtacak bir actus
çağırıyor? Üniversiteler[10] dahil eğitim sisteminin bütün kurumları bu misyonun hiç farkında değil; ya da
misyonunu düşünme, sorgulama üzerinden insanın kendi cevheri ışığını ışıtmanın
ne anlama geldiğine tam sağırlık ve ışık körlüğü içinde inanış sistemlerinin
insana dair değer inanışlarına körü körüne dogmatik bağlılık üzerinden
tanımlamış. Bu nedenle felsefe eğitimini bile bu inanış sistemlerinin
değerlerinin sorgulamasına değil, güçlendirilmesine yönelik öğretilerin
aktarılmasını “sistem” “felsefecilik” olarak olumlamakta; değer ve normların,
paradigmaların kökenine inen hakiki felsefi sorgulama ve derinleşmeyi ise bir
tehdit olarak görmekte. Bir bakıma insanlar kendi kendilerinden ve
birbirlerinden korktuğu için kendi asli ışığına görüş ve farkındalık ufkunu
açacak, kendisini Platon’un sanılarla zincirlenmiş, sanılarını gerçek olarak
görmeye koşullanmış olmanın düşkün durumunu tasvir ettiği “mağara”dan, mağaraya
sızan ışığın izini sürecek, gölgelerin yarattığı sanı zincirlenmesini çözecek
bir düşünme etkinliğine geçemiyor. Sokrates, bilindiği gibi, (gerçekten
biliniyor mu?!) Atinada devletin değer ve inanış sisteminin paradigmalarına
inen bir sorgulamayı sürdürdüğü, ve oradaki kriter, ölçüt inanışlarının sadece
konvansiyonel bir temeli olduğuna işaret ettiği, ve daha hakiki temeller
aranışı içinde sorgulamayı belirsiz, kesinliksiz bir yaşam ufkuyla yüzleştiren
bir dolayıma taşıdığı için devletin değerlerine gençlerin bağlılığını
zayıflattığı ihbarları ve karalamaları sonucu suçlanmış ve yargılanmıştır.
Doğruluk ve kesinlik inanışlarımızın kökenine
inen sorgulamadan korkmanın psikolojisi insanı hayatta kendi asli cevheri
ışığıyla hayatla bağlantı kurmasına, bu cevheri paylaşıyor olmanın farkındalığı
içinde bütün hayata karşı evrensel
sorumluluk ve adalet duygusunun uyanmasına; hayata karşı responsive uyanık ve
özenli, sorumlu karşılık verme yeteneği
(responsibility) geliştirmesine karşı en
büyük engeli oluşturmakta.
Öte
yandan bu çağrıyı işitmek, çağrısına o özenli karşılığı vermek bile insanda,
insanın kendiliğine dair bu cevherin pırıltısının bir ölçüde ışıldamış
olmasını; insanda insana dair sanılarının
belli bir ölçüde insanda kımıldamış, ya
da ışımasının insanda bir farkındalığı kımıldatmış olmasını talep ediyor.
* *
İnsan
canlı bir yaratık olarak, yeme, içme,
üreme çevriminin güçlenen döngüleri içinde sadece bu çevrimde daha fazla çeşit
üretme, daha fazla zenginleşme, daha fazla tüketme, “daha”, “daha” yaşam döngüsü
içinde yaşamaya mı yazgılıdır? Hayatta bütün canlılığı devindiren;
Giacometti’nin canlılığı ayağa diken, bütün canlılığı birbiriyle bağlantısal
olarak, gören ve görülenin auto-hetero afektiv dokunumunun fay yarılmalarının
akışına kazınan desenleriyle dokunmaya ve dokundurmaya çalıştığı devingen
birliktelik, ethik ve estetik duyarlığın da kaynağı olan bakışmanın bu yazgıyı
aşmasının anlamıyla insanın ne olduğu arasındaki bağlantı nedir?
İnsanın
insana ve bütün canlılığa ethik sorumluluk duyması (response-ability) bu
dokunuma karşılık vermekten değil de, inanış sistemlerinin ahlak ve değer
normlarıyla eğitilmiş bir öğrenilmişlikten kaynaklanıyorsa orada henüz hakiki
ethik-estetik bir duyarlık hayatın kendisiyle hakiki bir temasa, değerin Asli
ve Asil değme noktasına varmamış demektir.
O aşamada insan hayata, yaşamaya, insan olmaya, dünya ufkuna… hep
kendisine öğretilmiş bir dilin kurallarının, normlarının, paradigmalarının
belirlediği/koşulladığı bir inanış sistemi içinden baktığının, yorum
yaptığının, gördüklerinin temsil sisteminin kuralları içinden bir okuma/görme
yapılanması olduğunun farkında değildir. Bu nedenle son çözümlemede, bir
görme/okuma yapılanması içinde “gerçek dediği şeyleri” “gerçek olarak görmeye/okumaya koşullandığının
farkında değildir. Tersine son çözümlemede,
“bilimsel gerçek” temsillerini özcü nesnellik inanışlarıyla karıştırmaktan
kurtulamadığını sorgulamayı biraz derinleştirmek açığa vurur. Bu nedenle
bilime, bilimsel gerçekliğe, oradaki nesnellik temsillerine bakışı, anlayışı da
felsefi değil, dilin/kültürün, bilim dilinin giderek felsefe adına bilimsel
kuramlara öykünen epistemolojik ontolojik kuramların özcü nesnellik sanılarıyla
karışmış, karıştırılmış ve hayatın hakikatinden kopmuş dilin/kültürün doğal
ideolojisiyle yoğrulmuş bakışıdır. “İnsan nedir?” sorusuna verilen
antropolojik, sosyolojik, psikolojik, biyolojik, tarihsel, kültürel
açıklamalara egemen olan bakış da budur. Derine inen sorgulama, kuramdan, kültürden,
inanış sistemlerinin kurallarından, normlarından, paradigmalarına bağlı
öğrenimden, eğitilmişlikten değil, ete batan, kanayan çiziğin auto-hetero
afektiv iz sürümünden başlayan sorgulama bu nedenle felsefeyi başlatan, ve
kendi spontane akışkanlığı içinden çiziğin işaret olarak görülmesi ve okunmasının
auto-hetero afektiv iz sürümünün rotasında devinir. Bu devinimin dolayımında,
çiziğin “insan” ve diğer adlandırmalara ve temsillere bağlı kurallarla, normlarla, paradigmalarla bağlantılı, görme,
konuşma, dinleme, okuma, yorumlama alışkanlıklarının yapılanmalarıyla
yapılanan, koşullanan tarihsel kültürel kaderinin izini çize yazan, yaza çözen
bir metni dokur ve okurun ona karşılık veren bir okumaya varmasına bırakır. Bu
nedenle çağrısı derinden ve sessiz karşılık bekler ve karşılık verene kendi
cevherinin ışığını bir armağan ve hayata duyulan şükran olarak adına insan
denen yaratığa dokundurur.
Bu
yaratık çizikten başlayan devingenliğin yazı-çizisinin dokunumuna kendisini
açacak düşünme sorgulama hareketini başlatabilecek midir? Yoksa, “daha”, “daha”
diye daha fazla güç arayan; gücü egemen kılan, güce tapan insanın
devingenliğini, cevvaliyetini öne çıkaran; gücü egemenleştiren inanış sistemlerinin
güçlendirdiği “benlik (ego merkezli) yapılanmaların hayatın kendiliğindenliğine,
masumiyetine yabancılaşmış aldatıcılığını, zahiriliğini gerçeklik sanma
sanısına hapsolduğu halde hapsolduğunun bile farkında olmayan bir hayatı mı
yaşayacaktır.
İnsanın
canlılığının “ben merkezinin” ötesinde; ben merkezine göre anlaşılan “iyi”nin
ve “kötü”nün ötesinde kendisinde cevheri pırıldamasının armağanı,
insanı aldatıcı benlik koşullanmalarından çözmesinin, özgürleştirmesinin
olanağı olarak düşünme, yada bu anlamda kendini sorgulama, kendini yeniden bu
sorgulamanın dolayımında, ön yargılarını, koşullanmalarının kökenini ve
yapılanmalarını fark ede-düşünmenin dolayımı felsefenin “Kendini Bil” ,
“Kendini Tanı” çağrısının da karşılığıdır. Yani dilin araç sonuç,
üretim-tüketim amaçlı temsillerinin, modellemelerinin, tanımlamalarıyla düşünme
devinimi koşullanmış benliğin bir tanımla, formülle ele
geçirip kendi konformizmine alet edeceği türden bir bilgi değil.
Felsefe,
bu düşünümün sorgulama dolayımından soyut olarak tanımlamalara, felsefe tarihi
anlatılarına, felsefe adına epistemolojik ontolojik entelektualist kurgulara
teslim edilemeyecek bir zekânın uyanışının sorgulama içinden ayağa kalkması;
auto-hetero afektiv bir dokunumun uyanışının izleği içinden insanın benlik,
kendilik inanışlarının yapılanmasının iz sürümü demek. Bu kendilik inanışına örüntülü olarak imgelem
ve bellek tepkilerinin öznellik ve nesnellik merkezi özcü inanışlarını
yapılandırmasının iz sürümü içinden kendini bu yapılanmaların özcü sanılarından
bir çöze yazma süreci. Bu çöze yazım
dolayımında ışıyan ve insana insanın ne olduğunu ilk defa, antropoloji,
biyoloji, genetik, sosyoloji,
psikoloji, tarih, bilişsel bilim”
(cognitive science) vs. vs. bilimsel
görüş noktasından değil, bütün bu bilimlerin dayandığı, her şeyin imlem
farklarıyla bağlantısallığına dokunan,
çok yönlü farklılıklardaki eş anlı, tekil (singular) cevheri ışımanın görüş
noktasının benlik ötesi auto-hetero afektiv dokunumunun tarihsel-kültürel
örüntülerin yumakları ve düğümlerini çöze yazan dokunumun tanımlama, olumlama
ile ele geçirilemez olumsuzluğu. Ya da sözkonusu “Olumsuzluğun Zamanımızın bir
düşünürü, Jean-Luc Nancy’nin Hegel’in Tinin fenomenolojisine atıfla Olumsuz’un
devingenliği, tanım ve temsille ele geçmez olanın, temsil edilene nüfuz etme
etkinliği olarak Fenomenoloji. Ya da Wittgenstein’ın olumsuz olanın (Negativ)
temsil edilene nüfuz etme etkinliğini, dış bağlantılı adlandırma ve
betimlemelerle, işaretleme ve figürasyonlarla temsil etmeye esas olan olarak imlem farklarının iç bağlantılarını berraklaştırma projesi. Bellek ve imgelem çağrışımlarının
yapılanmalarının arkasından dolanan, düşünce denemeleriyle imlem bağlantılı konfigürasyonların tezahürleri ile auto-hetero afektiv bir iz sürümü içinden
derin hatırlatmalar (anamnesis) sunarak ilerler. Anlamın (sense) imlem bağlantılı (proto-phenomenon olarak dil dokusunu
düşünce denemeleriyle kurguladığı alışılmadık konfigürasyonlarla dokundurur; ifade ve dil
bağlamı dokusunda imlem farklarının bağlantılı dokusuna dokuna-yazan, auto-hetero affektiv
dalgalanımlarla “ben” ve diğer
adlandırmaların anlam farklarının
bağlantılı olarak öğrenildiği dokuyu dokunduran hatırlatmalarla ilerler.
Bu bağlamda imlem farklarının bağlantılı
öğreniminin dokusunda dış bağlantılı niyetli (bellek ve imgelem
çağrışımlı) bir adlandırma ve gösterime
insan zihninin yöneliminin (intentionalitesinin) nasıl yapılandığının; bu
tanımlamaların “önce”, “sonra”, “neden” “sonuç” vs. çeşitli adlandırma ve
betimlemelerle zihni ve imgelem alışkanlıklarını da nasıl kendi mantıksal düzeni içinde yapılandırdığının
izini auto-hetero afektif bir farkındalığın uyandırılması ve anımsamaları
üzerinden hatırlata yazar.
[1] Yoka Daishi, Aldous Huxley, The perennial Philosophy, Perennial
Classics, 2004, s. 127.
[2] D.T.
Suzuki, The Zen Doctrine of No-mind,
Weiser Books, 1993, s. 42.
[3] Maurice Blanchot, The Step Not Beyond,
trans.
Lycette Nelson (Binghamton: SUNY Press, 1992), p. 51. Cited by Gerald Bruns, in his University of
Notre Dame review of Christopher Fynsk,
Last Steps: Maurice Blanchot's Exilic Writings, Fordham University Press.
[4] Bu kelime, dilin temsil
araçlarıyla düşünmek’ten farklı olarak (figürler, formlar, modeller
tanımlayarak, formların temsil ettiği anlamların kurallı izlenmesi ve okunmasına
dayalı kurallar, metodolojiler tanımlamaya bağlı akıl-mantık yürütme, düşünme
alışkanlıkları ile düşünmek…), düşünmenin kendini öznellik nesnellik ayrımına
uğrattığı zemindeki bağlantılı birlikteliğe dokuna yazma anlamında; bu
birlikteliği temellük etme dolayımında düşünmenin öznesiz, kimliksiz dokunum
dolayımına odaklı, oraya adanmış düşünmeden sözediyor. Okur yazarlığın, yazar
okurluğun temsil dillerinin toplumsal, bireysel, kültürel, tarihsel ayrışmalarının
ötesindeki evrensel anlam bütünlüğüne
dokunan düşünmenin, kendini dokundura yazan, Asli Kendiliğinin birliğini temellük etmenin
dokunumuna odaklı düşünmenin kimlik, öznellik ayrışmalarına aşkın bir dokuyu seslendire yazması, okuruna dokundura düşündürmesi
dolayımında ortaya çıkan, düşünme, yazma, konuşma alışkanlıklarından farkına
işaret ediyor.
“Düşünüm” kelimesinin işaret ettiğim bu anlam
farkının metnin okunması içinden kendini okuruna açmasını beklememe karşın, bu
açıklamayı da, yeni kelimeler karşısında zorlanan, hemen sözlük karşılığı
bekleyen okurlara yardımcı olması dileğiyle ekledim. Fakat metinlerdeki özgün
terimlerin metnin kendi dokusu içinden karşılık bulması, özellikle asli
anlamında felsefi düşünme, yazma için esastır. Zemindeki
imlem farklarının bağlantılarına dokuna yazım için kullandığım arke-yazım karşılığı da, üzerinde bu
düşünüm dolayımı içinden yazılıp
konuşulmadıkça sadece kafa karıştıran bir klişe terim olarak sözlük
karşılıklarına, Derrida referanslarına vs. malzeme olur. “Öz-gösterimsellik” klişesi de burada sözkonusu arke-yazım dolayımında sorgulama ve
düşünmenin yolunda karşılık bulmadıkça, aynı konuşma yazma, okuma alışkanlıklarının
sözlük karşılıklarında ve sözlük hazinesinde yerini alır.
[5] Culture and Value p. 7e.
[6]
Wittgenstein, Culture and Value p.66e.
[7] Ibid
p.18.
[8] Ludwig Wittgenstein, Personal Recollections,
ed. By Rush Rhees, Blackwell, 1981, p.
96.
[9]
Wittgenstein Felsefe
yapmanın anlamına olan tavrını poetik
sözle kendi felsefe yazımının dokundurmaya çalıştığı sözün kökenindeki doku
birliğine işaret etmek için kullanır. Ne
ki bu doku birliğine dokunan söz hem felsefi hem de poetik olarak, şiirin, sanat yapıtının dokusundan
dokunmakla, seslenmekle birlikte hala yarı uykudadır; uyandırılması her iki
dokunuşu da, yani hem yüreğe, hem zekaya birlikte dokunduran felsefi uyanışa
muhtaçtır. Goethe,
Novalis bu uyanış dolayımından seslenir. Heidegger, bu dokuya karşılık veren
düşünümün uyanışının, yazımının bir yarılmanın, fay hattının sarsıntısında
olanağını bulan bir sıçrama
gerektirdiğinden hareketle sorunu
Temellük etme sorunu olarak programlaştırır.
[10]
Bkz. “Ne Ders Olsa Veririz: Akademisyenin Vasıfsız işçiye Dönüşümü”
İletişim Yayınları. Bu kitap, bu yazıda söz konusu ettiğim Felsefe anlayışı
doğrultusunda, üniversiteye üniversite niteliğini kazandıran ilkeler; örneğin
insana nitelik kazandıracak ruh eğitimi ve ona bağlı farkındalık olarak felsefe dersleri vermekle kalmadığım;
ünversiteye iki kez uluslararası fenomenoloji enstitüsünün kongresine ev
sahipliği yaptırdığım; öğrenci ve öğretim üyesinde bir felsefe anlayışı ve
duyarlığı uyandırmak üzere ilgili bir öğretim üyesinin de işbirliğiyle felsefe
konferansları düzenleyip konuşmacılar davet ederek üniversitede üniversite kavramına
yakışır etkinlikler düzenlediğim; uluslararası yayın davetlerine karşılık
vererek yayın yaparak sürdürdüğüm
üniversitedeki öğretim görevinden kovulmamın gerekçesini de tamı tamına doğru tanılar ve açıklar nitelikte
ne yazık ki. Ve çok yazık ki İnsana ve onun ruh
eğitimine özen göstermenin anlamını ve değerini sadece teknik bilgi
aktarmak, ve gerçek uzmanlığı bile
tartışılır teknisyen eleman yetiştirmeyi üniversite eğitimi sanan;
insana ve onun ruh eğitimine dair klişe inanışlar ötesinde bir kavrayışı
olmayan insanlar üniversite anlayışına da kendi piyasa anlayışları
doğrultusunda sahip çıkmakta. İnsana, onun ruh eğitimine özen göstermenin
anlama ve değerini, o değere hiç dokunmayan piyasa değerlerinin müşteri ve müşteri memnuniyeti anlayışı içinde öğretim işçiliğinin insana ruh
eğitiminin yüksek niteliklerine yabancı, vasıfsız öğretimine teslim etmekte.
[i] “Deneme” sözünün gerçek anlamı
ve yazınsal değeri, tam da denemenin
auto-hetero afektif bir devinimi uyandıra dokundurmasına, bu dokunumun izini,
biyografik, tarihsel, kültürel ben merkezli deneyimlere, dildeki konvansiyonel
kurallaşmalara, onlara bağlı zihniyetlerin, duygulanımların, kimlik
yapılanmalarını dokuna yazma denemeleri olmasıyla bağlantılı. Montaigne’in
kuşkuculuğu, ben doğruluk, kesinlik deneyiminin bir ben merkezinde
sabitlenemeyeceğinin izini konvansiyonel inanış sistemlerine bağlı farklı yaşam
deneyimlerine, oradaki alışkanlıkların yapılanmalarına kadar süren auto-hetero
afektif dikkatinin uyanıklığıyla bağlantılı. Bu dikkat uyanışını, Goethe’nin belirttiği üzere, insanın en
hassas deneme ve gözlem aleti olarak kullanma ustalığını geliştirmesine bağlı
olarak, her türlü konvansiyonel inanış sisteminin değer ve normlarının, insanı ben merkezli yapılanmanın doğruluk,
kesinlik, kimlik… sanılarına hapseden katılaşmalarına karşı, akışkan,
canlı bir dikkatle mesafesini korumasına
borçlu. Bu nedenle, onun kuşkuculuğu
entelektüalist, teorik kuşkuculuktan farklı olarak hayatın akışkanlığına
dokunan bir dolayımda, kuşku ve kesinlik inanışlarının bağlantılı dokusundaki
değişim ve belirlenimsizliğin izini sürer. Entelektualist kuşkuculuk, mantık
kurallarını matematiksel mantıksal zorunlu sonuçlar çıkarsama tanımlamalarıyla
düşünme alışkanlıklarına koşullanma sonucu, hayatın akışkanlığına uygun tanımlamalarına
kapanan ve onları temel alan analizlerle, modellerle araç-sonuç temelli
döngülenen “rasyonalizm” adında gizlenen hayatın kendiliğinden akışkanlığıyla
uyumunu yitirmiş irrasyonalist bir
düşünmenin semptomatik sonucu. Mantıksal zorunluk tanımlamalarına bağlı
kuralların izini, dildeki adlandırmaların kökenindeki bağlantısallığa ve
akışkanlığa süren Wittgenstein da, Montaigne benzer bir akışkanlık içinde
doğruluk, kesinlik inanışlarının yapılandığı kendisi tanımlama ve gösterimlerle
tanımlanmayacak akışkanlığın dokusunu auto-hetero afektiv olarak devindiren
düşünce denemeleriyle ve hatırlatmalarla açıklaştırır. Açıklaştırma,
mantıksal temsili adlandırma ve
tanımlamaların gösterimlerle temsil edilmesinin, imlem farklarının bağlantılı
tezahür ettiği ve öğrenildiği dokudan soyutlanamayacağına dair hatırlatmalarla;
ve bunun farkında olmamanın yarattığı sanıların rasyonel sanılan, kuramsal yapılarla
kurgulanan irrasyonalizmini sergileyen karşıtlıklarla yürür.
Yazının kendi asli kökenine dokunduğu dolayımda,
dilin, kültürün kurallarının dokuduğu ve merkezleştirdiği ben merkezli düşünme,
yazma, okuma, dilin temsillerini kullanma alışkanlıklarıyla değil, kökendeki
kendiliğindenlikten devinim almasıyla bağlantılı. Bu devinimin akışkanlığında
İmlem farklarının bağlantılı tezahür dokusuna eş-anlı, auto-hetero afektif dokunumun izini sürmesinde yazınsalın
düz yazıdan farkı ortaya çıkmakta; giderek edebiyata, sanata, şiire egemen olan tarihsel, kültürel normlardan,
değerlerden de farkı. Bu dokunuşun,
felsefe yazımını teori, argüman kurgusundan çözen de, yazınsalın ve felsefenin
birbirini beslediği asli dokunuşu denemenin ve yazınsal olanın da fiili olarak
kimliklerden özgür, hayatın kendiliğindenliğini dokunduran devingen dokusudur.
Öyle görünüyor ki, “deneme” adlandırması onu
yazınsallaştıran fiili oluştan, onun kendini çöze yazan auto-hetero afektif uyanık
dikkatinden çoktan kopmuş olarak, genel
olarak tarihsel kültürel ideolojnin normlarından etkilenen kişisel kanıların
estetik ve etik duygulanımlarıyla, dramatik jestleriyle beslenen bir imgeleme
seslenen yazıları edebi bir tür olarak tanımakta ve tanımlamakta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder